Hayatı kaydıraktan kaydıranı var, köpük yapıp üfleyeni ve takla attırtanı var tersinden, zorla.. "Nasıl bir hayattır bu?" diye soranlara verir yanıtını:
Adı Kemal. Bütün amcalarının isminin baş harfi buluşmuştu onun tek bir isminde. Ve sordu karşısındaki Alexandre İbrahim'e. Dedi ki "bu dünyadan bir upucu götürsen... neyi söylerdin başka bir dünyaya?" Dedi ki: İnsanlıktan bahsederdim. Özellikle bahsedilmeye değmeyecek kişiliklerden bahsederdim ki zaman onlar adına bir kere daha işlesin, affolmak adına. Zira bu dünyada kibirli ve gereksiz özgüveni olan kişilere tahammülüm kalmadı benim. Onlar kendilerini saltanat sürüyor zannederler sadece. Oysa, içini diğer insanlara, n'olursa olsun ayrım yapmadan sevenlerdir asıl kazananlar ve onlar sürecektir esas saltanatı! Ben Hıristiyandım çok önceden. Peygamberi, Sultanlarınızı, Atatürk'ü tanımadan önce. Mevlana ve Yunus'u bilmezden evvel. Necip Fazıl'ı Necip Fazıl gibi, Nazım Hikmet'i Nazım Hikmet gibi sevdim; "kendim" gibi değil. Çok gözyaşı döktüm kendimi temizleyip, dininize geçmem için. Ancak dünya aynı dünya. Gülenin, kahkahaları buradan memleketim Rotterdam'a kadar duyuluyor. Burada da pek bir şey fark etmiyor yani, ... İsim neydi? Sahi Kemal'di. İsminde Cemal'in güzelliği, Kâmil'in olgunluğu birleşmiş... Kemal dedi ve devam etti... Ancak ben bir göremedim sizi. Hep dağılmışsınız dedi, tüm gözlemlerine dayanarak. Oysa her birinin lütfû ayrı tarihinizde. Çıkıp gelseler ve görseler şu durumu, durum anlatamazdı korkudan kendini! Oysa siz hepiniz -cı,-ci ekiyle ayrılıyorsunuz birbirinizden. Gereksiz yere... Koca bir mozaik bu ve bütünleştiremiyorsunuz. En basitinden; fakirinize fakir, zengininize zengin diyorsunuz. İnsan değil sizce yani, her ikisi de(!) Hatta işi abartanlara dahi rastladım "fakir" diye, "köylü" diyenleri bile var, hakâret ve küfür gibi bir tutanlar. Yazık... Diğer taraftan "züppe"yi geliştirmiş "karşı taraf"! "Zengin"le sağlam oluyor birleşince! İnsansınız oysa. Bir de "ezik" diye dalga geçenler var, örneği kapalı kadınlar. Ataerkil bir toplumsunuz. Olabilir... Tarih öyle şekillendirmiş ancak kadınlarınız devralmış durumu aslında şimdi. Ata ya da ana bir kenara, evdekine söz geçiren erkekler, dediğim dedik çaldığım düdük pek bir marifet! Havaları sokağa! Kadınlardan, "haklıyız" diyenler kendini beğenmişler daha çok, her şey de baskın çıkanlar... İki inatçı keçi bir köprüde... Bakma, kibir onların öncülükleri olagelmiş birçok işlerinde. Hâlâ içinizde ataerkillik var ama yazık ki can çekişiyor özünde. Ses çıkaran kadınlar var, alaycı, dişli... "Onlar" varsa hepiniz boyun büküyorsunuz. Ancak kapalılar bir-sıfır ezik başlıyorlar. Oysa kültürün bir parçası sadece. Başka bir yanılsama, yanlış anlama yok. Her ikisi de aynı hareketi yapsa kapalı daha ezik geliyor "berikine". Yargı! Kibire duyulan güvence! Oysa ne yaparsa yapsın her ikisi de ezik. İnsan çünkü, yazık. Kendine övünenlere gelsin son sözüm. Kendi gibi olanlarla iyi geçinirler yalnızca. Oysa farklı birileri olsa zenginleşir akıllım. Ancak o yalnızca kendine âşıktır. Onun gibilerde de kendini bulduğu için sever, sevişir ya en çok. Kibir'e geldik çattık sanırım gene. Her şeye burun kıvırır. Saltanatı yaşıyor zanneder ama dedim ya asıl ezilen yaşayacaktır hâkiki saltanatı. Saltanatın kralını. Ondan çektiği kadar! Ondan çektiği sürece yaşayacaktır hem de. Etme bulma dünyası...
Dedim sen nereden biliyorsun bunca şeyi? Nasıl gözlemledin? Ne kadar kaldın? Nedir bu Türkçe'n? Aksansız? Ben bile konuşamıyorum böyle Alex-an.. İbrahim!
Bak gördün mü insan önce yargılarını yıksa ve öğrenme gayreti içinde olsa "sen bile" söyleyebilirdin adımı. Ama kestin, "sizin" sahip olduğunuzu söyledin... Oysa ben de bunun farkındayım ve bilirdim saf tutmayı... O zaman "saf" olmazdım, "ezik" olmazdım, değil mi?! Oysa içimde saltanat umuduyla yaşıyorum ben. Ben biliyorum çünkü, yıkmadım, parçalamaya çabalamadım güzelliklerinizi. Tonunu öyle sevdim ki rengini, Türkçe'nin, en son bu durumdayım işte. Ne fazla iddialı ne de çok mütevazi... Her bir şeyi dikkatli inceledim ve nice midir, bilemedim içim? İçimi açmaya çalıştım, genişlettim. Bilgime bilgi sığdırıp derinleştirmeye çalıştım... Senin yaşının 2 katı kadar burdayım Kemal.
Kemal döndü ve "Kimse böyle konuşmadı benimle" dedi. "Niye?" demek isterdim ama " 'Çocuksun sen!' değil mi sebebi"; işte her şekilde bir şeysin sen. Yaşımın 2 katı olduğuna inandığım yaştasın, dedi. 14 yaşındaydı Kemal. Böyle bir cümle kurması beklenir miydi? Kendi de bilmezdi, beklemezdi. Ama karşındaki kurdurdu bu cümleyi ona. Değer vererek...
28 olduğunu bilirmişçesine. Zaten Mehmetçikler olmaz mıydı hep 28'inde? Ya da 28'ine kadar 10 sene öncesinde... İbrahim o kadar çok istiyordu ki asker olmayı... Rotterdam'dan çocukken ayrıldığı ama burada yetiştirildiği günlere geri gitti bir özlemle. Ancak sadece o kadar. Asker olduğu süreçte hiç getirmedi maziyi aklına. Aklı daha lazımdı çünkü ona.
Bir sevgilisi vardı. Sevdiği... O an eline iliştirilen mektubu açtı, şu maziye gittiği anın arkasından... Hoş, onu da getirmeyecekti aklına, süreçte. Döndüğünde umut ve hayali olacaktı sadece ama çoktan müsaade çıkmıştı bu işin olmayacağı, olamayacağına... Yanan bir yüreği vardı zaten hesapta, bir de bu eklenmişti içindeki tüm ümide, umuda... Mektup anlatıyordu zaten:
"İhtiyaç duyduğun aşk bende. Başka bir şey değil ama...
Seni aşkla doyururum, ötesini yapamam.
Dua ederim bir de senin olmam için...
Benim olmanı öyle çok isterim ki..."
Ümitsizlik çoktan akmıştı mürekkebinden kalemin. Teri elini ıslatmış o da kağıdın ucunu hafif parçalamıştı ama alıyordu ve taşıyacaktı yanında sadece. Anmadan. Geçmişe dayalı bir öykü ve başlı başına bir hata. Kemal tembihleyecekti ki, o an gözyaşlarını gördü Alexandre İbrahim'in. Elini uzattı sadece, havada kaldı, boyu yetmedi çünkü. Ama yüreğiyle silmişti çoktan ve dimdik duruyordu karşısında. Kaşlarını çattı ve dedi ki: İnsanlık adına söz veriyorum, kendi çevremdeki insanlığı hizaya getireceğim. Ben de hizaya geleceğim, biliyorum bu süreçte ama seni tanıma şerefi bugün kapımdaydı, yarın ocağımda. Sen bu yoldasın artık, arkana bakma! Sen Mehmetçik! Bu şerefi şana dayat ve yaşat içinde. Onur duyan olacaktır elbet "içlerinde"! Şimdi gül ve öyle git gideceksen. Aklımda kalsın o gülüşün... Öyle gül güleceksen de... Ve sonra dön arkanı, üçe kadar say sadece. Unutma sözümdür bu dediklerim.
Aleaxander İbrahim küçücük çocuğun dilinden dökülen kelimelere hayretle bakarak, kelimelerin sırasına şaşırarak, cümlelerdeki tonlamalarını yarı yadırgayarak yarı takdir ederek güldü içten bir şöyle... "Oldu mu?" Saçını okşadı Kemal, "hı hı" der gibi salladı başını iki kere ve buruk bir yüz ifadesiyle "şimdi sıra diğerinde..." dedi. "Peki..." Kemal toprak aldı eline o günün anısına bulunduğu ortamdan. "Tamam ama sen bakma" dedi. Ve döndü arkasını Alexandre İbrahim... "1...2...3..."
Kemal çoktan tüymüştü. Peki "tüymüş müydü?" Hayır, hayır... Genç bir delikanlı edasıyla yürüyerek gitmişti Kemal bu kez. Zaten yoksa istese de gidemezdi öyle kolay kolay... Toprağı tüm mineralleriyle büsbütün tutmuştu avucunda;
Adı Kemal. Bütün amcalarının isminin baş harfi buluşmuştu onun tek bir isminde. Ve sordu karşısındaki Alexandre İbrahim'e. Dedi ki "bu dünyadan bir upucu götürsen... neyi söylerdin başka bir dünyaya?" Dedi ki: İnsanlıktan bahsederdim. Özellikle bahsedilmeye değmeyecek kişiliklerden bahsederdim ki zaman onlar adına bir kere daha işlesin, affolmak adına. Zira bu dünyada kibirli ve gereksiz özgüveni olan kişilere tahammülüm kalmadı benim. Onlar kendilerini saltanat sürüyor zannederler sadece. Oysa, içini diğer insanlara, n'olursa olsun ayrım yapmadan sevenlerdir asıl kazananlar ve onlar sürecektir esas saltanatı! Ben Hıristiyandım çok önceden. Peygamberi, Sultanlarınızı, Atatürk'ü tanımadan önce. Mevlana ve Yunus'u bilmezden evvel. Necip Fazıl'ı Necip Fazıl gibi, Nazım Hikmet'i Nazım Hikmet gibi sevdim; "kendim" gibi değil. Çok gözyaşı döktüm kendimi temizleyip, dininize geçmem için. Ancak dünya aynı dünya. Gülenin, kahkahaları buradan memleketim Rotterdam'a kadar duyuluyor. Burada da pek bir şey fark etmiyor yani, ... İsim neydi? Sahi Kemal'di. İsminde Cemal'in güzelliği, Kâmil'in olgunluğu birleşmiş... Kemal dedi ve devam etti... Ancak ben bir göremedim sizi. Hep dağılmışsınız dedi, tüm gözlemlerine dayanarak. Oysa her birinin lütfû ayrı tarihinizde. Çıkıp gelseler ve görseler şu durumu, durum anlatamazdı korkudan kendini! Oysa siz hepiniz -cı,-ci ekiyle ayrılıyorsunuz birbirinizden. Gereksiz yere... Koca bir mozaik bu ve bütünleştiremiyorsunuz. En basitinden; fakirinize fakir, zengininize zengin diyorsunuz. İnsan değil sizce yani, her ikisi de(!) Hatta işi abartanlara dahi rastladım "fakir" diye, "köylü" diyenleri bile var, hakâret ve küfür gibi bir tutanlar. Yazık... Diğer taraftan "züppe"yi geliştirmiş "karşı taraf"! "Zengin"le sağlam oluyor birleşince! İnsansınız oysa. Bir de "ezik" diye dalga geçenler var, örneği kapalı kadınlar. Ataerkil bir toplumsunuz. Olabilir... Tarih öyle şekillendirmiş ancak kadınlarınız devralmış durumu aslında şimdi. Ata ya da ana bir kenara, evdekine söz geçiren erkekler, dediğim dedik çaldığım düdük pek bir marifet! Havaları sokağa! Kadınlardan, "haklıyız" diyenler kendini beğenmişler daha çok, her şey de baskın çıkanlar... İki inatçı keçi bir köprüde... Bakma, kibir onların öncülükleri olagelmiş birçok işlerinde. Hâlâ içinizde ataerkillik var ama yazık ki can çekişiyor özünde. Ses çıkaran kadınlar var, alaycı, dişli... "Onlar" varsa hepiniz boyun büküyorsunuz. Ancak kapalılar bir-sıfır ezik başlıyorlar. Oysa kültürün bir parçası sadece. Başka bir yanılsama, yanlış anlama yok. Her ikisi de aynı hareketi yapsa kapalı daha ezik geliyor "berikine". Yargı! Kibire duyulan güvence! Oysa ne yaparsa yapsın her ikisi de ezik. İnsan çünkü, yazık. Kendine övünenlere gelsin son sözüm. Kendi gibi olanlarla iyi geçinirler yalnızca. Oysa farklı birileri olsa zenginleşir akıllım. Ancak o yalnızca kendine âşıktır. Onun gibilerde de kendini bulduğu için sever, sevişir ya en çok. Kibir'e geldik çattık sanırım gene. Her şeye burun kıvırır. Saltanatı yaşıyor zanneder ama dedim ya asıl ezilen yaşayacaktır hâkiki saltanatı. Saltanatın kralını. Ondan çektiği kadar! Ondan çektiği sürece yaşayacaktır hem de. Etme bulma dünyası...
Dedim sen nereden biliyorsun bunca şeyi? Nasıl gözlemledin? Ne kadar kaldın? Nedir bu Türkçe'n? Aksansız? Ben bile konuşamıyorum böyle Alex-an.. İbrahim!
Bak gördün mü insan önce yargılarını yıksa ve öğrenme gayreti içinde olsa "sen bile" söyleyebilirdin adımı. Ama kestin, "sizin" sahip olduğunuzu söyledin... Oysa ben de bunun farkındayım ve bilirdim saf tutmayı... O zaman "saf" olmazdım, "ezik" olmazdım, değil mi?! Oysa içimde saltanat umuduyla yaşıyorum ben. Ben biliyorum çünkü, yıkmadım, parçalamaya çabalamadım güzelliklerinizi. Tonunu öyle sevdim ki rengini, Türkçe'nin, en son bu durumdayım işte. Ne fazla iddialı ne de çok mütevazi... Her bir şeyi dikkatli inceledim ve nice midir, bilemedim içim? İçimi açmaya çalıştım, genişlettim. Bilgime bilgi sığdırıp derinleştirmeye çalıştım... Senin yaşının 2 katı kadar burdayım Kemal.
Kemal döndü ve "Kimse böyle konuşmadı benimle" dedi. "Niye?" demek isterdim ama " 'Çocuksun sen!' değil mi sebebi"; işte her şekilde bir şeysin sen. Yaşımın 2 katı olduğuna inandığım yaştasın, dedi. 14 yaşındaydı Kemal. Böyle bir cümle kurması beklenir miydi? Kendi de bilmezdi, beklemezdi. Ama karşındaki kurdurdu bu cümleyi ona. Değer vererek...
28 olduğunu bilirmişçesine. Zaten Mehmetçikler olmaz mıydı hep 28'inde? Ya da 28'ine kadar 10 sene öncesinde... İbrahim o kadar çok istiyordu ki asker olmayı... Rotterdam'dan çocukken ayrıldığı ama burada yetiştirildiği günlere geri gitti bir özlemle. Ancak sadece o kadar. Asker olduğu süreçte hiç getirmedi maziyi aklına. Aklı daha lazımdı çünkü ona.
Bir sevgilisi vardı. Sevdiği... O an eline iliştirilen mektubu açtı, şu maziye gittiği anın arkasından... Hoş, onu da getirmeyecekti aklına, süreçte. Döndüğünde umut ve hayali olacaktı sadece ama çoktan müsaade çıkmıştı bu işin olmayacağı, olamayacağına... Yanan bir yüreği vardı zaten hesapta, bir de bu eklenmişti içindeki tüm ümide, umuda... Mektup anlatıyordu zaten:
"İhtiyaç duyduğun aşk bende. Başka bir şey değil ama...
Seni aşkla doyururum, ötesini yapamam.
Dua ederim bir de senin olmam için...
Benim olmanı öyle çok isterim ki..."
Ümitsizlik çoktan akmıştı mürekkebinden kalemin. Teri elini ıslatmış o da kağıdın ucunu hafif parçalamıştı ama alıyordu ve taşıyacaktı yanında sadece. Anmadan. Geçmişe dayalı bir öykü ve başlı başına bir hata. Kemal tembihleyecekti ki, o an gözyaşlarını gördü Alexandre İbrahim'in. Elini uzattı sadece, havada kaldı, boyu yetmedi çünkü. Ama yüreğiyle silmişti çoktan ve dimdik duruyordu karşısında. Kaşlarını çattı ve dedi ki: İnsanlık adına söz veriyorum, kendi çevremdeki insanlığı hizaya getireceğim. Ben de hizaya geleceğim, biliyorum bu süreçte ama seni tanıma şerefi bugün kapımdaydı, yarın ocağımda. Sen bu yoldasın artık, arkana bakma! Sen Mehmetçik! Bu şerefi şana dayat ve yaşat içinde. Onur duyan olacaktır elbet "içlerinde"! Şimdi gül ve öyle git gideceksen. Aklımda kalsın o gülüşün... Öyle gül güleceksen de... Ve sonra dön arkanı, üçe kadar say sadece. Unutma sözümdür bu dediklerim.
Aleaxander İbrahim küçücük çocuğun dilinden dökülen kelimelere hayretle bakarak, kelimelerin sırasına şaşırarak, cümlelerdeki tonlamalarını yarı yadırgayarak yarı takdir ederek güldü içten bir şöyle... "Oldu mu?" Saçını okşadı Kemal, "hı hı" der gibi salladı başını iki kere ve buruk bir yüz ifadesiyle "şimdi sıra diğerinde..." dedi. "Peki..." Kemal toprak aldı eline o günün anısına bulunduğu ortamdan. "Tamam ama sen bakma" dedi. Ve döndü arkasını Alexandre İbrahim... "1...2...3..."
Kemal çoktan tüymüştü. Peki "tüymüş müydü?" Hayır, hayır... Genç bir delikanlı edasıyla yürüyerek gitmişti Kemal bu kez. Zaten yoksa istese de gidemezdi öyle kolay kolay... Toprağı tüm mineralleriyle büsbütün tutmuştu avucunda;
sımsıkı, hiç dökmeden, bağrına basarak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder