28 Eylül 2012 Cuma

Dışı Seni, İçi Beni, En Çok da Birbirimizi...

"Benden çıkar sağlamadığınız sürece yakın olabilirsiniz, izin veriyorum, amenna. Ama işin içine illaki bir bit yeniği bulaştı mı, yolun sonunda ayrılık görülür, kabul etmem. Ne mazeret kabul ederim ne de bahane. Zarardan ne kadar çabuk dönersek kâr. Hemen mesafe!" deyip tembihlediğiniz olmuştur elbette üç günün birinde. Ancak an, kendinizi bile dinletmeye müsaade etmez veya müsamaha göstermez çoğu kez. Dinlemezsiniz kendinizi, dinletemezsiniz kendinize, dinlettiremezsiniz! Doğrularınız vardır ama yoktur. An'a kaptırarak kendinizi geçiştirirsiniz. Düşünceleriniz zaten yoktur! Saygısı yoktur en başında düşüncelere oranla biçilen, en uç noktada olsalar dahi! En zıt görüşlerin ya da genel "doğru"ların yanında. Duygular... Aynı dertten muzderip onlar da. Kimse sizinle ağlamaz mesela. Ama eğlence sektörüne verdiyseniz kendinizi, bol gani yığılır arkanızda insanlar. Çünkü insanları eğlendirebildiğiniz kadar varsınızdır. E, bu da bir menfaat değil mi?! Neyse ki kendinizde içindesinizdir olayın, gülüp geçersiniz. Peki ya ağlamak, öyle mi? Bir omuz aranır, bir el, bir kalp sesi, bir çift muhabbet, belki bir mendil, mendil bahanesi işin belki de dert ortağı en çok... Herkesin herkes hakkında her şeyi konuşabildiği günümüzde(rutin hayat için geçerli) hep bir şeyler didiklenirken bir bakmışsınız ki siz de o camianın içinde olmuşsunuz, o eleştirdiklerinizden biri! Herkese verip veriştirmek, ağız açıp göz yummak kolay ama çuvaldızı kendinize sapladınız mı yeterince?! Ya da ego baskın yönetici departmanından, muhasebeye aldığınız oldu mu kendinizi? Gece yatmadan önce muhakemesini yaptınız mı bir şeylerin? Hep söylenir geçer belki ama oldurdunuz mu kendinize başkasının yaşamında olup biteni, onu kendi yerinize koydunuz mu ya da kendinizi onun yerine?!

Yapsaydık insanlar çoğalırdı başka başka türler yerine! Bana sorsanız söylerim ki, dinazorlar yaşadı geçtiler şu hayattan, insanlar da yaşadılar ve bitti... Biz başka varlıklarız sanırım! Umut var sonrası için de ama korku da var eşit derecede bundan sonrası için! Yarı insanlık yarı mekanik, duygudan ,vicdandan noksan, ego yoğun, ezikten hallice bizce, esasında "eziklerin eziği", gereksiz özgüven tavanda, para öncelikli, sözde zikir fikir, izlemeye alışkın, susmada sabit fikir, cahil cesareti, katır inadı, eşek hoşafı, suskunluk sarmalı içinde debelenmekteyiz, bizden bihaber! Daha ne olsun, bol acılı, son derece acıklı! Kendimizi soyutluyoruz ya kendimizden bazen, işte o tek başarı! O da sonuçta ağlamaklı, pek bir dokunaklı(!)

Vitrin süper! Hepimiz şıkır şıkır, gayet bakımlı, zevkli, iki dirhem bir çekirdek! Peki ya içi... İçimiz de olup biten son durum ne? Merak ettiniz mi hiç... Her gün birileri ölüyor, birileri kırınca kırılıyor, kırınca birilerini rahatlıyor ya da tersi, pişmanlık duyuyor, "keşke" çekiyor, kendine kızıyor, gülüp geçiyor, egosunu tatmin ediyor, kurnazlıkla öne geçiyor ama ne olursa olsun sırf kendini düşünüyor! Aşırı bir vaziyette... Bayat bir simiti ısıtıp ertesi gün satmak gibi, defolu bir giysiyi indirimle kakalamak gibi, yırtık bir parayı allem edip kallem ederek birine "kaktır" gitsin diye telkinde bulunmak gibi! Peki ya sonrası... Bunu hep "başarıyoruz" belki koltuklarımız kabarırcasına, kendimizle gurur duyarcasına ve yüzümüze mağrur bir ifadeyle yansırcasına hatta başkalarına memnuniyetle anlatırcasına fakat simitin ne düşündüğü sizi ilgilendirmiyor mu? Simiti düşündünüz mü hiç enine boyuna doğru söyleyin! Onu düşünen manyak, tamam, bırakın bir tarafa, siz değilsiniz! Onore oldunuz mu? Simit elinizin kiri ne de olsa... Onu bayatlatan kimdi, parayı yırtan, elbiseyi ihmalkârlaştıran, baskı hatası yaratan...

Çıkar için atmadığımız takla kalmadı, amuda bile kalktık yeri gelince! Belki kaç "günaydın!"ın altında kullandık birilerini ya da kaç selam verdik borçlu çıktık! Arkasından tükürdük birilerinin hep zamanında, yüzüne bile değil... O da zaten sanmıştı ki sizin yolcu ettiğinizi(!) Yüzüne gül, ardına küfür dünyası bu! Bizse apayrı yaratıklar! Bir ikiyüzlülük, bir yüzsüzlük, bir dengesizlik... Gittiği yere kadar! Kıskanalım, pohpohlayalım, hakikatten uzak, hem onu hem kendimizi kandıralım. İftira atalım, karalayalım, kullanalım ya da öyle farzedelim, lüxleri yaşayalım, hayallerde dolaşalım, doymayalım ama n'olur hep isteyelim çok isteyelim, hepsi bizim olsun, hırslanalım, sağa sola dalaşalım, aman sezdirmeyelim!, çok da gezdirmeyelim, kibirlenelim, kinayeli konuşalım, ardından iş çevirelim, nispet yapalım, kapak atalım, göz yumalım, alay edelim, dalga geçelim, adam seçelim, dörtlü dönelim... Dünya dönüyor nasıl olsa... Nereye kadar mı? Bir yerde indirecektir, sıkılırsa, nasıl olsa o da!  
***
Kullanım kılavuzu pusetimizdeydi kundağa sarılıyken. Öğrenildikçe, etiketlenildik sonra zamanla... Dinlediğimiz ninniler ninni geliyor ya hani bazen, yatmadan önce masal dinlemeyi çok istiyoruz ya hani... Tamamen gündelik pratiğe dönüşmüş olsa gerek, hayatın sonuna kadar tutuyoruz o kısmı sadece elimizde. Geriye kalan ne varsa bırakıyoruz çok da fedakârızdır özümüzde! Bilmezsin anılırken bile kullanıldık, kalpten çıkanı samimi sandık, alındık ve de kırıldık... İşte suç o masallarda, ninnilerde aslında, bizi rahatlığa alıştırdığı için en çok da. Sen, ben diye merkeze çekme, asıl olay nasıl davrandığımızdır birbirimize...
İçimizin de dışımızın da eşit, tutarlı ve dengeli güzellikte olması dileğiyle...

26 Eylül 2012 Çarşamba

Bulutlarda Sevda Türküsü...

"Bulutların en çok neyini seviyorum biliyor musun? Biri ağlayınca, hepsi ağlıyor..." diye başlamak geçti gönlümden. Sonrada Yunus Emre'nin bir şiiriyle devam etttirmek yazıyı... "Ölen beden imiş, aşıklar ölmez!" Malum söz uçar yazı kalır. Şarkılar yazılır, şiirler yazılır, en güzel anılar yazılır ki kalıcı olsun. Uçup gitmesin! Aşıklar bu yüzden ölmez işte. Kalpleri karalansa da bir yerlere karalamıştır onu. Kalpleri taşınmıştır sözlere, dizelere. Bu yüzden bakidirler. Bu yüzden ebedi... Sanki toza toprağa karışacağını bilmezmişiz gibi sonunda. Ama tümünden haksız değil tabii ki, elbette bir tarafıyla haklı söylenenler. Yani kalem kalbe dostluk, kağıda tanıklık etmeseydi çıkar mıydı günyüzüne seneler evvel yazılmış şarkılar, dizeler... Kalır mıydı şimdiye, okunur muydu, bilinir miydi? Kalemler de bayrak yarışındadır, devirden devire. Nice aşıkların hizmet ettiği, el pençe divan durduğu yüce aşkadır ulu görev, kalbedir geçen duyguların hikâyesi...Söz yazmak büyük maharet. Bir cümleyi geçersin, bir kelimede karar kılamazsan bir başkasıyla zor avunursun, kelime bulamazsın bazen. Büyük bir yetenektir, bakar durur. Tam tekmilli marifet!

Söz bir de saz da hayat bulursa değmesinler keyfinize. Buna bir de güçlü bir yorum, ezgilerle meşk eden bir ses eşlik ederse işte o zaman insana biçilemez bir mükafattır bu "ah... yalan dünya" da, bir lütuftur, bir hediye.
"Gönül dağı" hâlâ güçlüdür insanoğlunda. Öldükten sonra kıymete biner insaoğlu. Dünyanın kanunu olmuş, süregelen. "Zahide"n de bize emanet. Fazla uzun sürmez heralde, "Neredesin Sen?" dedirtecek kadar bu sefer. "Aman desinler, şeker yesinler..." o zaman isterlerse! Kimbilir kaç düğüne tanıklık etmiştir, değil mi, sayısız, sonsuz. Kaç gelini kaldırmıştır oynatmaya, kaç damadı belki de... Bakma, büyükler "Şimdiki gençler türkü dinlemiyor üstadım" derler belki. Yanılan da onlar, Türk Halk Müziği yaşamaya mahkum! Gençlerimiz de gayet ilgililer bu müziğe genelde. Bu "yazımı kışa çevirdin" belki ama rahatlatan bir şey geliyor aklıma ardından, peşisıra... Robin Sharma ne güzel demiş: "Ölüm, hayattaki en büyük kayıp değildir. En büyük kayıp, yaşarken içinizde ölenlerdir." diye. Sen zaten türkülerinle hayatımızdaydın ve hayatımızdasın artık! Sesinle, sözünle ve sazınla daha güçlü, sağlam ve kalıcı ne bırakabilirdin ki...
***
Sözün, sazın  ve sesin herkese nasip olmadığı, tek bir vücutta hayat bulmasıydı o... Tek bir vücutta üçü zor bulunur genelde ama "halkın sanatçısı" olmak kolay değil de. Veysel gibi, Karacaoğlan gibi, Daimi gibi, Özay Gönlüm gibi ve niceleri, Bozkırın Tezenesi... Bozlak türküleri bu gece de bir deli rüzgârla üzeri çimenli yeşil tepelere savrulur, yankılanır uzaklardan, yüklü mor bulutların akıbetine maruz kalırcasına... İşte ben o "Bulutların en çok neyini seviyorum biliyor musun? Biri ağlayınca, hepsi ağlıyor..."

Rahmetle...

24 Eylül 2012 Pazartesi

Utanıyorum...

Merak ettiğim bir husustur bu, son günlerde. "Acaba kul hakkıyla Tanrı'nın karşısına çıkacak kaçıncı ülkeyiz diğer tarafta?" diye düşünürüm. Hani müslümanız. İbadete düşkün, ahlaklıyız ya, biraz da ondan sanırım. O, eleştiri (genellikle yıkıcı boyutta ve tek boyutlu) yağmuruna tuttuğumuz yabancılar bile "gavur" olmasına rağmen bizden çok daha öndeler adımlarıyla... Koşar adım bile yetişmek mümkün değil arkalarından, bundan  sonrası için de. Zira iplerini salmış birileri, kuyu yok belki ama dinlettiriyor kendini bir deli!

O taşladıklarımızda en temel olması gereken şey var çünkü: Saygı. İnsanın değeri var, sokaktaki adamı da aynı, göktelendeki çalışanı da, temizlikçi kadına da aynı, Harward'daki öğrencisi de. İnsanın insana saygısı var yani kısacası. Medeniyet beşiğini de sallayan bu değil midir zaten! Ya hızlı sallar, çarparsın sağa, sola, duvara; ya yavaş sallar bir daha salınmak istersin çünkü huzurlusundur, güvendesindir...

İşin en utanç verici tarafı ne biliyor musunuz? Mevlana'nın bizim topraklarımızdan çıkması. Kemikleri hergeçen gün daha da sızlıyordur eminim. Olanlar bitenler, habercidir. Utanıyorum. Bir geçmişimiz bu kadar engin, zenginken; şu andaki yaşadıklarımızdan! Mevlana'nın devam eden nesli olamamamızdan. Yaraşamadığımızdan. Örnek alınması kısmını o yapmış, bizim devam ettirememizden... Kategorizeleştirdiğimiz, ötekileşen "onlar" var ya bizden çok daha zenginler! Sorsanız Mevlana'yı tanırlar. Onun felsefesini bilmeyen yoktur. Ama yaşama geçiren kaç kişi var Türkiye'de. Zor bir şey de değil üstelik. Dini sembol üzerine, yalnızca "ibadet"ten ibaret sananlar bir baksalar kendilerine; biraz ahlakta yoğunlaşsalar mesela. Hani ibadet de gösterişten çıksa böylece. "Kendilerini bilseler", Yunus'un dediği gibi "Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil..." deseler hep bir ağızdan.

Din ahlaktır. Öncelikle bireyseldir. Kendini temizlemeden ibadet etmek ise kolaycılıktır. "Affet!" diye yalvarmak belki de. Kendini temizlediğinde, aydınlık olduğunda yaptığın işin, mesleğin bile ibadettir. Halka hizmet ediyorsun ya neticede. Muhabbetin, sosyal çevren için de geçerli tabii bu. Dinimiz kolay ama anlamamakta dirayet edene çetrefilli sanırım. Kul hakkı gırla! Almış başını gitmiş... Kibir, kıyas kaptırmış gitmiş. Riyakârlık, yüzsüzlük dizboyu! Hırsa yenik gönüller, emek harcamadan yoksun, üşengeç zirve teorileri, torpil-tolerans, göz yumma stratejileri, ayakta uyutma-uyumaya meyilli olma halleri, olgusundan uzaklara düşmüş adalet, kin-nefret-öfke yoğun-sıkıştırılmış duygular, geçiştirilmiş düşünceler ve "cebe girmeye müsait" zihniyetler...
***
Utanıyorum.
"Nasıl olduysak, yine de geleceğimizden!" 

21 Eylül 2012 Cuma

Alternatif Hayatlar

Zamanında kırmazsan "birini", o kırınca, kırılıyorsun...
Sen yapmıyorsun sadece, fark bu!
Doğa'n düzene karşı geliyor ya bazen
İşte o zaman hem yanılıyorsun, hem pişmanlık duyuyorsun...

Sen bozulursun düzen yanıltır,
Sen gurur duy istediğin kadar, o façanı alır!
İndirir seni yerlere, süründürür, burnun sürter...
Tam akıllandım derken bu sefer
Yeni bir şey daha öğrenirsin...

Doymazsın dayaklarına feleğin,
Elinden gelen bir çift küfür
O da elinden gelmez zaten!
Kalbe bırakır revasını...
Yine felek suçludur, yeniden!

Hayat sunar sana sonra bir alternatif daha
Yetmez, yetene kadar bir alternatif daha!
Tam akıllandım derken bu sefer
Ömür "yeter" çeker, yorgunluk diner...

Alternatif bir hayatım var artık...
Orada, senden çok daha uzakta...
O "sen" yok mudur zaten, her şiirde her şarkıda...
Bir ömür değil, bin şair değil, durulmaz, yorulmaz, eskimez, yazılır her şey o'nun için...
Hayat bir öğrenme süreciyse eğer, asıl sen'den çok şey öğrendim!
21.09.2012 - ÇatlakkaleM

19 Eylül 2012 Çarşamba

A-acayip Türkçe!

Bir dil düşünün, öylesine geniş, öylesine katmerli... Sondan eklemeli belki ama başına da ek alıyor. Yabancı başka dillerden de "çorluyor" ya da "aşırıyor", aman her neyse işte çalıyor! Olanı da zenginleşiyor. Ya da olmayanı yaratıp literatürüne geçiriyor. Konuşsan, çek başka yerlere... Mesaj gider başka bir şekilde, başka başka anlamlarda bulur kendini. Türkçe mi zengin, biz mi zenginleştiriyoruz ayrı bir sorunsal! Mesajı yalın attı mı etkilisin sözde ama uzun, çetrefilli bir dille de yerinde ve akıcı kullanıldı mı gayet büyüleyici konumdasın. Sağlam olması için sağlıklı kullanılmasında yarar var; tıpkı beden gibi. Buna ihtiyacı var. Beden dili gibi. Ya da "body language"-badilenguiç- "anladınız siz onu!"

Film replikleri kalıplaşır ya da dönemsel akımlarla belli başlı kelimeler biraraya gelip kalıplaşır ve dilden dile dolaşır. Moda akımı gibi, pelesenk haline gelir ve dizilerde kullanılarak daha geniş hedef kitlelere duyurulur, yaygınlaşır. O da var tabii ki dilimizde.

Şu anda bazı sosyal ağlarda paylaşılan iletilerin sayesinde duyulmamış sözler, gün yüzüne çıkmamış şiirler, edebi yazılar, paragraf arası metinler, cımbızlanmış cümleler, atasözleri, vecizeler, aforizmalar, metaforlar, argolar, söz sanatlarından örnekler, toplum kesimi sözleri(tiki, barza), deyimler de var dilimizde. Oldukça zengin yani! Şarkılar da filmler de diziler gibi, aracı bu kurumun zenginleşmesinde! Herkes özgür kullanımda. Herkes her şeyi herkese ya da her şeye söylemekte özgür olduğu gibi(!) Anlam veremediğim, hislerin söze dönüşümünün yasaklanışı! Kimedir bu kural, neye ve niye?!

Söz gelimi birinin veya bir şeyin bana karşı yaşattığı his ya da bende yarattığı düşünceye bakılmasın da söze aktarıldı mı bakılsın, bu mu? Niye yasak! Yalan mı da yasak?! Günah da mı..! Sanırım iç-dış olayımız buna da aksettirilmiş. Yani, yine şekilciyiz.Dilde de durum böyle...

Türkçe gerçekten de ender dillerden biri. Birçok kelime yalnız değil birkere! En azından biz kadar değiller! Hepsinin bir anlamdaşı var, birbirinin yerine kullanılabiliyor. Kimisinin de yazılışları aynı, anlamları farklı ve bir o kadar de çelişkili, zıtlar hatta! Ama en güzeli yapılarına saygıları var! Zıt olsalar da... Mesela, "özür dilerim" hem resmi hem daha samimi... Halbuki, "kusura bakma" daha özentisiz, gelişigüzel, yüzeysel, denip geçilmiş gibi sanki, biraz da geciştirilmiş... "Kara" daha çok halk ağzı mesela, içimizden biri; "siyah" aristokrat oysaki! Ama eşit şartlardalar! İngilizce böyle değil mesela. Ne "naked" daha naif  "nude" den, ne de "nude" daha kaba "naked"dan!

Kelime açısından düşündüğünüzde hiç kendinizi berbat hissettiğiniz oldu mu! Ne kadar "beter" oldunuz mesela! En çok "feci güzel!" olmuşsunuzdur ya da "korkunç!", "süper bişiler..." Eee, yaygınlaştı internet! Dil kullanımı da başka'laştı, sözümona zenginleşti! Sanırım bir şey var, insanları kullanmakla kullanılan insanlar zenginleşmiyor ama kelime kullanmakla kullanılan kelimeler bir lüx otomobil, bir havuzlu triplex ve içini dolduran layıkı eşyalar sahibi! Sizce de zengin değil mi gerçekten!

Bir şarkıyla bitirmeyeli uzun zaman olmuştu yazıları. Sanırım bu yazıya nasipmiş biri de. "Her şey mal-mülk, her şey para-pul; dostluk...muş, sevgi...ymiş ara bul" der ya sözleri şarkının. O yazıldığı yıllarda şarkı olacak kadar zengin bir mesaja sahipse bu konu, şimdikinin vay haline! Yani bu şarkı o yıllarda yazılmışsa şimdi ne yazılmalı artık acaba?! Gerçi artık yazılmıyor böyle şarkılar, bol hakaretli, atar'lı gider'li... Ya da fazla laylaylom... Tıpkı b.ku(suyu) çıkmış, cıvkı çıkmış veya çivisi çıkmış hayat gibi...
Saygılarımla,
"Pardon..."
"Çav!"

17 Eylül 2012 Pazartesi

Aşk Emek İster...

Biraz gözyaşları ıslatıyor duyguları
Biraz şarkılar dinletiyor kendisini
Sözler koyuyor, konuşmalar inliyor
Esip geçiyor sevdalar, denizden karaya kum taşıyor...

Aşkın hüznünü yaşıyor beş duyu
Beş duyu çoğalıyor kendi arasında bazen, kerelerce
Sen yanmasan da karşı koyamıyor gönül
Defalarca yas tutuyor, bıkmıyor ama senelerce...

Kin tutmaz, gam yutmaz, aşk yemez bu numaraları
Sandıklar dolar çeyizden çok hüzünlerle
Akıllara zarar, kalplere ziyan eder aşk, dolambaçlı
Yeni yetme sevdalara yelken açar gecelerce...

Aşk emek ister, nankörlükten uzak, egodan keza
Hayatın çarkında tutulmuşsundur birine ezkaza
Beklersin sabırla, büyütürsün içinde, biraz merak ve heyecanla
Düğündür sonu aşkın, kalplerin tutulması... Bir ayışığında...
Çardakta,
Beyaz saadet, badem şekeri...
Bir imza ve bir başlangıç...
Çok yakında!
ÇAtLAk KALEM / '12

14 Eylül 2012 Cuma

Bir Şey Seç! Gökyüzünden Olsun...

Aşk mı? Peh... "Eski bir yalan.." diye seneler evvelden yazılı sözleri olan bi şarkı dahi vardı o zamanki şartlar altındaki insandan çıkan yarı hayali yarı zihinsel üretimini tamamlamış... Hayat mı? "koca bir yalan" diye söyleneceklerdir insanlar, sokaktaki 100 kişiden 500 popüler cevap olarak... Sorarsan kimse günah işlemez, kimse riyakar değildir, kimse yalan söylemez. öyleyse nedendir bu yaşadıklarımız? İnsanoğlu küstah ve nankör, vesselam.

Pek çoğumuz için midir peki tercih hakkı? Yoksa çoktan yazılı bir kader mi? Taşlarımızı yerine göre mi koyarız, kafamıza göre mi mesela? Ya başlarken bir piyon eksik mi başlarız oyuna... Iıh... Bu değil sanırım düşünme tarzımız. Böyle düşünürsek sonsuz bi yol bu yol, ucsuz bucaksız... Çıkmaz sokaktayız, arka bahçelerdeyiz, yanlış yollardayız, ters yöndeyiz, kalabalıksız, aslında yapayalnız...

Bazen durak oluruz birileri gider birileri gelir biz sabit... Bazen otobüsün ta kendisi! Birlikte gideriz ama birileri gideceği yere kadar gider biz de eşlik ederiz... Ya da müsait bir yerde bırakırız, yola devam ederiz. Kimi zaman hancıdır ya birileri, birileri yolcu... O hesap sanırım bizimki de biraz. Alengirli, koyu ve bol parçalı... Bir bekleyen vardır, bir inen, bir karşılayan vardır, bir binen, bir bilen... Dünya mı? "Ucsuz bucaksız koca bir tekne, bilet bedava, iniş indirimli..." Hea! Olur da inmek isterseniz eğer, dünyadan aşağıya sarkar tutunursanız bir yerlerde ya yıldızlara tutunun ya asılı kalın işte gökyüzünde! Başka gezegenlerde dolaşırsanız ne yardım eli gelir ne de gökkuşağından kayarsınız başka galaksilere... Bulutlar da gökyüzünde hem! Nesi mi var gökyüzünün?! Asıl yer yüzü çok kayıp verdi. Kaybedilen topraklar (canlar da birer toprak), insanı içine alan sular, yakan ateş, yanan gönüller, ciğerler, alınan havalar! İşte böyle... Gökyüzünü de denemek lazım, en azından bir kereliğine! 

12 Eylül 2012 Çarşamba

"Sen İnsan mısın?"

Bir insan hem iyidir hem kötü. Hem eziyet çektirendir hem çeken. Hem güzeldir hem çirkin. Hem kabul edilendir hem reddedilen. Hem sevilendir hem nefret edilen. Hem kindardır hem sineye çeken. İşte bu iyiliklerin, güzeliklerin biraraya geldiği zamanlarda bir başka insanın hayatına uğramışsan, temiz ve dürüstsündür ona. Canın sıkılmışsa, moralin bozuksa ve bir yaşamın da içinden geçiyorsan aynı zamanda, tanımadığın, olumsuzdur enerjin. Biraz sevgi besliyorsan, hassas dönemlerindeysen ve olur ya bazen ağlıyorsan düşündüklerin için, masumsundur ve perişan belki bir o kadar da ezik. Mütemadiyen kendini düşünüyorsan zaten "çıkar"ı yok, egoistsindir! Hırs ve azim karışır birbirine pek çok kez. Oysaki, başkalarını karalayarak bi yerlere gelmeye çalışıyorsan hırstır bu! Oysa azim sabır kapısında yatanlara ve sineye çekenlere özgü süreçte yoldaşıdır insanın. Senden beklenmedik kararlara sen bile şaşırıyorsan, ilahi kudretle, deli cesaretidir. Ancak istişare yapmayıp, başkalarına danışmayıp, fikir sormadan, kendi bildiğini okuyorsan ve burnunun dikine gidiyorsan ya da dik kafalı ve at gözlüklüysen cahil cesareti sendedir! Çok merhametli ve şefkatliysen safsın ve enayisin! Açıkgöz, cingözsen çabuk kırılırsın başkalarınca. Ama nasıl olsa, sussan pısırıksın ya da tepkisizsin; konuşsan gevezesin ya da çenesi düşüksün. Çok gülersen çocuksusun, az gülersen somurtkansın, negatifsin; yine bir şey yapmasan dursan öyle, şaşkınsın ya da nötrsün... Ama illaki bir şeysin, bir gruptasın, sınıflamadasın. Ya körsün ya sağırsın! Ya farklısın ya tuhafsın! Ya bambaşkasın, eşin benzerin yok; ya varlığın yokluğun bir, yabansın. Fakirsin, zenginsin, komünistsin, mutahasıpsın, muhafazakarsın, sosyalistsin; düşünce ve görünüşe göresin işte... Sen o'sun ama bi grupsun! illaki bir kümedesin, bir çeşitsin, bir cins'sin! Ya da cinsiyetsizsin. Özgürlükçüsün ya da bağımlısın! ya emperyalistsin ya asimilesin! Saygı, sevgi ve hoşgörüden eksiksin! Sen nesin? Kimsin sen? Sen "insan" mısın?!

Bihabersin, natamamsın, müstehaksın ve buna mahkumsun..!

10 Eylül 2012 Pazartesi

Şiirin Özü / 11

Senden bahsetmek istemiyorum artık, bahsedilmesini
Ölülerin arkasından konuşulmaz ne de olsa, bilirsin...
ç.kalem / 2012

7 Eylül 2012 Cuma

Surla Çevrili Nezaket

Yanımda hissettiklerim var benim
Olmasalar da benimle dediklerim
Kafamda tanıdıklarım var bir de yaşattıklarım
Hangisi daha ağır basar
Tabii ki en sevdiklerim...

Karşımdadır canım bildiklerim...
Az mesafe, bir durak, hemen ötede!
Bi duvardır bazen bir telefon
Yastığımdaki izler kadar yüzüme yakın
Sevdiğim cümleler kadar belleğimde...

Herkese mavi boncuk dağıtmam
Israr etmem pek fazla, telaş da
Nasıl algılarsa öyleyimdir, zorlamam!
O zaman güzellik olmaz
Malum bana da uzak bi' kavram!

Kadrim bilinsin istersin ya hani
Ender hissedersin arada kendini
Başkalarının samimiyetini onda da görmek...
Bir kere daha üstelemedi
Üşendi her zamanki gibi, geri çekildi...
Beklerdim oysaki!

Atı gururu oldu, silahı ihaneti...
Gözü kara, mağrur, cesareti engindi!
Yarı cengiz, dehşetengiz
Bi' o kadar da hayat doluydu, sadece bana gösterdi...
Elimden tuttu ve içindeki dünyaya beni çekti, sürükledi...

Şu an içindeki dünyadayım, oradan sesleniyorum!
Burası narin, duygusal, içten ve temiz
Bir hayli zor gelmesi, engel dolu... ve yorucu
Ama "değer mi?" derseniz,
Kesinlikle değer, denemesi bile yeterli!
07.09. 2012

5 Eylül 2012 Çarşamba

Plaj Notları

Bu sene kıştan direkt geçtiğimiz mevsiminin sonlarına gelmiş bulunuyoruz malum. Evet, bir taraftan yaz biterken, meyveleri, havaların duruşu, güneşin bakışı filan yavaştan terk ediyor bizi. Deniz'li şehirlerde hala sıcaktan bunalan halk, plajlara atıyor kendini. Akın akın, gece gündüz. Bu yaza dair gözlemleri, küçük notlar halinde paylaşmak istedim sizinle. Turumuza başlayalım öyleyse!


***      ***       ***

Malumunuz, Rus kızları ve Alman çocukları derken görsel bi şölendi plajlar adeta. Bizden görünüş itibariyle farklı insanların anatomileri de kesinlikle farklı! Hani facebookta klasikleşen yaz esprilerinden, Türk erkeğine ithafen söylenmiş "onların baklavası varsa, senin de şekerparen var" lafı bir kez daha kendini doğruladı en azından! Yabancı turistlerde(erkekler için) genellikle göğüs kasları hakim. Ama bizimkiler kendi deyimimle "Allah Triko" yani kıllı yağlı yün topağı mübarek! Haliyle ne zerafet ne letafet! Kusura bakmasınlar ama börekler, hamurişleri ve envai çeşit tatlılar bizim mutfağımızda! Kalori yoğun bir dünya bu dünya! Haliyle yarayacak tabii ki bizim tosunlara! Recep İvedik'imtırak film setleri bir tarafta oynayadursun, kadınlarımız da aynı dertten muzderipti. Erkekler kadar olmasa da, kilo problemimizin esas sebebi zengin Türk Mutfağımızdır, kesinlikle!

Bikinilerde sarı, turuncu ve fuşya renkleri hakimken; mayolar ya da şortlar turkuvaz ve saks mavisi(parlament ve gece mavisine yakın bir ton) ile kahverengi-pembe uyumlu kullanıldığında rengârenk bir ortamda buluyordunuz kendinizi, hoş. Neyseki bu kez erkekler arasında mayo içine boxer modası bitmişti bu sene. O ne absürd bi trend idi geçen seneye has olarak! "Allah'ımm kurtar beni" diye bağırıyordu resmen... Mayonun kenarından gözüken lastikli boxer'lar! Çevre kirliliği! Kot'taki gibi değil tabii... ..ve ne yazık ki söylemek durumundayım madem bir deniz manzarası söz konusu... Türk erkeklerine slip yakışmıyor! Altını çizdim. Refille fosforladım. Noktayı koydum. Balkonlu göbeklerde hele, hiç! Yaşlı amcaların tercihi genellikle bu yönde belki ama gitmiyor işte! Slip'e kas gerek! Yağ değil.. 

"Neyse" çekerek devam edelim anatomiye dönmeden ve sıradaki... güneş kremi! Güneş kremini hiç bir zaman bilinçli kullanmadık zaten. Hep yoğurt gibi boca ettik onu üstümüze. Yağlı vücut yapımızda sanki bir bıngıldak yarattık! Güneşlenme öncesinde sürülmesi gerekli, azca, göz kararınca. Yoksa kalıcı lekelere kadar uzuyor hikayesi! Allah muhafaza! Sıralamaya da dikkat etmedik esasında, sağlık baz alındığında. Güneşlenip de denize giriyoruz hala. Güneşin ışınlarıyla yanan vücut, denize girdiğinde sersemliyor hani "kızgın kumdan serin sulara" misali. Bunun yanında vücut kuruyken sürülmeli şu meret! Yani güneşlenirken terleyen vücudun açılan gözeneklerini kremleyerek kapatıyorsun yağ tabakasıyla, vücut hava almıyor bu kez! Bu daha büyük bir hasar. Bakıyorum genelde yanlış kullanılıyor maalesef. Galiba en güzeli evde sürüp gitmek! Ya da sürme daha iyi, bilmiyorsan! Haşlanacak kadar yanmamaya özen gösterdiğin sürece sorun yok! Amaç, denize girmek, az biraz güneşlenmekse. Önce gir denize, yüz güzelce sonra kurulan tamamen, yaş yer bırakmayacak şekilde. Durulan. Güneşlen sonrasında ön arka yanlar şeklinde. Eşitlice yan. Çık, git... Bir sıralama varsa dikkat edilmesi gereken şekil ve doğru olan bu!

Pek çoğumuzda da amele yanıkları var, hala. Hani şu atlet izi, fanila-tişört izi, askılı izleri... Muzderip olduğumuz ve soyunurken çekinilen bir konuya da temas edelim dilerseniz. Eşitli bir şekilde ve o kısımları da unutmayacak şekilde yanarsanız sorunu ortadan kaldırmış olursunuz elbette. O kısımlara fazla krem sürmeden, güneş açısına göre o bölgeyi daha yukarda tutarak güneşlenmeyi tavsiye ederim elbette... Artık atlet izlerinin yerini de spor atlet izi aldı bu arada. Hani şu sırtta birleşen modeller... Daha mı sexy ne?! Amele yanığının da böylece yalnızca erkeklere özgü bir şey olmadığını da hatırlatmak isterim ki kızların da askılı ve sutyen, bikini, kombinezon izleri onların amele yanıkları... Şartlar eşit yani bir bakıma!

...ve önemli bir husus da lensler... Kullanıyorsanız şayet, denizde de elbette takılıyor ama su altında gözleri sımsıkı kapamak şartıyla. Güneşlenirken gözleri kısmak, kapamak şartıyla! Eve gidince lensleri çıkarıp temiz bir solüsyon dolu kabına koymak şartıyla, duş aldıktan sonra bir damla limon sıkarak gözlerinizi dinlendirmeniz şartıyla! Yüzme de pek sıkıntımız yok! Açıkçası atlattık artık. Herkes bilinçli bu konuda. Güzel de yüzüyoruz gereksiz atlamalar dışında... Şezlong ve şemsiye kirası vermek istemeyenler de yararlanıyor tabii ki denizden. Kendilerine ait eşyalarla gelip sahurlayanlar bile var! Geceleri de kumsal oldukça yoğun yani. Yiyecek içecek yanında, tuvaletler adımbaşı artık ve küfül küfül, tertemiz bi hava. Yengeç ve akrep korkusu olmayanlara hoş bi güzellik tabii ki. Denize girdiğinizde de "acaba ayağımın altında ne var?" sorusunu getirmemeye çalışın! Zira yanıtlar arasında vatoz, deniz anası, deniz kestanesi gibi çeşitlerimiz mevcut! Metropol plaj manzaralarını paylaşmak istedim bu kez. Biraz uyarı, biraz gözlem, biraz da nükteli oldu sanırım.
Ama güneşiniz rüzgârlı (ki bronz bi ten için güneşlenmede makbul); rüzgârınız tuzlu, nemli, deniz kokulu, poyrazlı; kekanınız, apaçiniz ya da kırmançileriniz bol olsun... (Onlar her yerdeler artık! Alıştım ama ben, sevimliler, alışırsınız siz de)
Keyifli günler herkese!

*Fotoğraf => Eskişehir Kent Park Yapay Plajı... Gözlem => Antalya Konyaaltı Plajı ve Lara Plajı baz alınarak yapılmıştır.

3 Eylül 2012 Pazartesi

İhanet Makyajını Yaptı!







 





Her şey hem karşılıklı hem karşılıksız. Platonik de karşılıklının içinde. Zıttı filan değil esasında. Düşünceler mi? Onlar ne zaman doğru oldular ki, hep vardılar ama hep göreceli... Aşk. Karşılıklı, tamam birbirine duyulur. Ama karşılıksız. Çünkü ya sen en çok seversin ya o. Eee kurallar böyle çizilmiş, kader böyle yazılmış... Asayiş berkemal, ortalık da sütliman olunca...

"Yasaktım ve yasaktı. Öyle olunca daha beter kışkırdı... Ezilmeye mahkum, çiğnenmeye muhtaç bir kurallar dizgesiydi bu, yaşama dair. Daha çok cezbetti aşk, daha çok istenildim. Ona karşı öyleydim bir meyve ama yasaklı. O da bana 'karşı'..."

Kendinizi yasaklı bir meyve gibi hissettiğiniz oldu mu hiç? Öyle mahsuscuktan değil ama.. Gerçekten, sahici... Boyunuzun ölçüsünü almışsınızdır o zaman, uzamasa da. Ya da ne bileyim en azından havanızı filan. Birini beklersiniz, ısırıp koparır bir parçanızı. Var gücüyle, olanca gücüyle... Sertçe ve bir hamlede... Küt küt atan kalbiniz kütür kütür ses çıkarır birden. Ne olduğunuzu şaşırırsınız. Kim olduğunuzu da?! Tam biraz olsun hoşnutken durumdan, içinizi ısıtan biri olmuşken birden bitiverir her şey. Ara soğur, kış olur, üşürsünüz... İntikam peşindedir bu kez. Farklı bir macera peşindedir, başka bir elma. Tazelenir. Yepyeni hisseder kendini. En ışıltılıdır gerçekten. Başka bir hikayenin peşindedir. Teklikten uzak, yalnızlık hissinden ırak. Başka bir serüvendedir. Doyumsuzluk. Öte yanda da tahammülsüzlük. Derken iki kalp küser birbirine, kırılır. Bilmezsiniz ki, bitmiş de olsa aşk kötü de olsa, ileride bir fincan kahvede saklı olduğunu hatrının... Anarsınız işte, deli gençlik yılları diye... Olgunusunuzdur ya hani(!) artık, toyluğun verdiği heyecandı dersiniz bir başkasına. Oysaki bir yaradır kalbinizde belki de çığ gibi büyüyen bir uhde. Aşk... Hem var olasıca hem kahrolasıca! İster sağ olsun ister def olsun ama hep aşk olsun deriz ya hani, aşk olsun!


Aslolan Sensin! Senin Dünyanda...

"Hafızanı zorla, hatırla, bul, çıkar, yokla ve yolla..."

Bir bütünün içindesiniz bu dünyada. Herkes parça parça. Siz de bütünlüğün içindesiniz. İster öyle düşünün ister böyle, ister var ile yok arasında... Ancak tek bir şey var. Siz olmadan bütün değerinden kaybeder, eksilir. Siz yokken o kaybolur, yitirir. Unutmayın! Siz olmadan bir hiçten farkı yok! Hiç... Başka bir dünyada değil, bu dünyada kurduğumuz ortak bir kavram. Aklınıza gelen ilk manasında. Hani kullandığınız sıkça...

Her Aşk Platoniktir...

"Aşkı yalnız insana özgü olana indirgeyen zihniyet yandı ki eyvah! Oysaki bir ağaca bir şarkıya bir yemeğe de aşık olabilir insan. Bunun farkına yüreği nasırlaşmadan, duyguları koflaşmadan varabilirse ne âlâ. Zira o ağaç da kendisini sevdiğini görünce büyür, yeşerir; şarkı çoğalır, eskimez; yemek tadından yenmez, yanında yatmak istersin lezzetinden! Ancak senin sevdiği kadar sevmesi için ne zorlayabilirsin ne de bekleyebilirsin..."

Aşk ölçüsüzdür çünkü. Kimse siz kadar sevemez çünkü. Aşkın eni boyu bir değildir, yoktur çünkü. Sonsuz, derin... Siz seversiniz birini, ölesiye, delicesine. Ölçüsüzce. Sevdiğiniz sizin kadar seviyorsa, ki asla öyle bir ölçü tutmasının imkanı yok, karşılıklı olan her zaman için duygulardır(ölçülemeyen şey), platonik olmaktan çıkar halk ağzında. Karşınızdaki sizi illaki sizin sevdiğiniz kadar sevecek diye bir kaide de olmadığı sürece o ölçü asla tutmayacak. Haliyle sizin ki ya bir adım ileri olacak ya da bir adım geride... Dolayısıyla platonik kavramı doğuş kazanacak. Platonik olmayan aşk yoktur. Sevgi, saydı, fedakarlık, sadakat, koruma içgüdüsü hepsi aşkın içindedir. Bunlar ise her insanda eşit değildir. Zira insanlar fabrikasyondan çıkmış gibi yaratılmamıştır, günümüz insanlarının "yaratım"ları baz alındığında. Her biri farklı doğasında, her biri ayrı özelliklerle oluşmuştur. Aşk platoniktir. Platonik olmaması için aynı ölçüde sevmek gerekir ki. O da "imkansız"...

"Gönül inler, gönül bağırır; kalp ağrır, aşk çağırır..."
ÇAtLAk KALEM