12 Ekim 2012 Cuma

Sizlerden Gelenler

Altı ay öncesinde başlamıştık bu maceraya. Hazirana'a kadar pazar hariç hergün buluşmuştuk hani, pazar günü tatildi benim de küçük esnaf modunda... Derken yalnızca pazartesi, çarşamba ve cuma olmuştu yayın günleri. Koca yazı devirdik birlikte, hatta güzü. Ve 100. yayına geldik... "Edebi yazılar ve şiirler sıkıcı olur" tabusu biraz yıkıldıysa eğer kafanızda ne mutlu bana! Kelimelerin dünyası güzeldir... Başka kimimiz var ki! Ülkemiz maalesef değerin altında bu konuda ama bunu bile bile çıktık bu yola. Sevdirebildiysem bir nebze, ne mutlu Muratça! Seneler önce yazdığım yazıları paylaştım bu süreçte sizlerle ayrıca. Kendinizi bulduysanız oralarda bir yerde, ne mutludur Çatlak Kalem'e! Sizin takip etmeniz, okumanız, "tıkla da biraz Murat çalsın" demenizle elbette. Bazen birlikte yaşadık duyguları, beraber düşündük, eleştirdik güldük... Biraz mola vermek lazım sanırım yüzüncü ayakta. Uzunluğu belli değil... Ama yeni yıl öncesinde yeni fikirler ve yayınlarla buluşmak dileğiyle hepinize.

İsim olarak saymam mümkün değil belki ama sosyal ağlar aracılığıyla yazılarımı paylaşanlara, link olarak gönderenlere, yorumlarınıza, maille gönderdiklerinize, üyeliklerinize... Fun'larıma hatta!(onlar bilirler kendilerini) Bu kadar beklemiyordum açıkçası sevileceğini. En başta kaygısı vardı içimde. Ama sizler dokundukça, paylaştıkça mutlu oldum en çok. Tanıdık URL ve IP'ler var mesela aranızda, sıkça takip edenlerin kimlik bilgileri de bende(!), tüm dostlarıma, hocalarıma, arkadaşlarıma, yurtdışından "translate" sayesinde ulaşanlara, edebiyat sevenlere, varlıklarını hissettiklerime, okuduklarını bildiklerime, herkese ve hepinize teşekkürler... Ve yine uzuuunn bir bölümle, Eylül'ün acısını da çıkarırcasına ama en sevdiğim bölümle "Sizlerden Gelenler"le kalsın bu tat damağınızda. Ve bu bölüm de bir araya geldiğim, yazılarını yazılarıma taşıyan ve yüreğimi birleştirdiğim dostlarımla karşınızda...
Tüm desteğiniz için, sakınmadığınız için ve bolca iyi kilerle...
Allah'a şükür, sizlere teşekkür ederim...

Son yayın ama bu yeni bir yıla daha adım atmanın müjdesi belki de. Yeni ilhamlara, yeni umutlara, bizi biz yapan adımlara. O yüzden "Hoşgeldin" bir kere daha... Ne güzel günlerdi bu yola başlamak, 11 sene öncesi... O senelerde tanışmıştık zaten biz de. O gün bugün hala dostluk bağı ve samimi muhabbetimiz içimizde... O'nun o kadar temiz bir yüreği var ki kalemine de bulaşıyor. O paylaştıkça da ben okuyorum, severek takip ediyorum nazımlarını da. Sen hiç eksik etme yüreğini yazılarımdan, belki klişe olacak ama paylaştıkça çoğalıyor insan...
"Geceydi seni bana taşıyan... Sen geceye yakındın, bende sana.... Ağır aksak işleyen zamanın düşürdüğü tuzaklardan kurtulup geldin, hoş geldin. Korkularınla, sırlarınla ve sadece gözlerine derin bakanların görebileceği acılarınla geldin, iyi ki geldin... Bekleyişlerimin içine hapsettiğim özlemlerim vardı... Nicedir kimseyle paylaşmadığım hüzünlerim... Soramadığım sorularım... Hatırladığımda yüreğimde yaratacağı o korkunç sızıyı duymaktan korktuğum için beynimin bir köşesine fırlatıp attığım ve bir daha hiç dokunmadığım anılarım vardı... Şimdi özgür bıraktım özlemi... Şimdi hüzün de sevinç de doyasıya yaşanıyor bende... Sorular cevabını buluyor, anılar canlanıyor çünkü sen geldin... Susmak ne çok akıllandırmış beni... Ne çok biriktirmişim kelimelerimi... Bir bir dökülürken dilimden sevda sözcükleri, senin o tedirgin duruşun bile durduramıyor beni... 'Seni soluyan bir rüzgara kapılmış gidiyorum...' Yüreğimi bir yelken gibi açtım, seninle dolduruyorum... Seninle olmanın, seni yaşamanın ve zamanı sadece seninle paylaşmanın eşsiz hazzını duyumsuyorum, ne iyi ettin de geldin... Bir büyüysen hiç bozulma. Bir hayali yaşıyorsak eğer kaybolma... Hep biz çözecek değiliz ya gerçeğin düğümlerini, bırak kendi halinde kalsın... Ruhuna talibim ben, gerçek olan bu... Kaçışlardan bıkmış, hep yarım kalmış ruhum da bir tek seninle doyuma ulaşacak, kendini bulacak... Hayatıma Hoşgeldin Sevgilim..."
<< Fuat Gözen >>

Yıllar çabuk geçer, nankördür ya hani, peki eskitir mi bizi, duygularımızı, eskitir mi sevgimizi... Anılar eskidikçe daha bir güzelleşir oysaki. Gelecek endişesi bağlar bizi sıkı sıkı geleceğe. Her insan hayatında görebilecekleri insanla geçirir hayatını. Sen iyi ki benim hayatımdaydın. Güzel yıllarda okuduk biz, biliyorsun değil mi? Etrafımızdaki çıkar ilişkilerine dayalı "dostluk"lar var ya hani, onlar epeyce bir ötedeydi... Sadece dersler ve ödevler değildi bizim konuştuklarımız çünkü, hayatın ta kendisiydi. Ve sen "di muun wömin'im", hep öyle derim ya sana, benim için yazdın ve kat be kat sahip bu kelimelerin her biri ayrı ayrı değere... Unutulmayacak dostluğumuzun ileriye taşınacağını bile bile... Kopmalarımız ve özellikle normalitemizi aştığımız anlardaki gülüşlerimiz eşliğinde... "Bindik bir alamete..."

"Ama ben becerememki yazmayı smilecanım arkadaşım, Murat'ım, sağ olsun her ne kadar beceremediğimi söylesem de biraz sonra yazacağım satırları yazmamda beni o kadar teşvik etti ki yazıyorum ben de... smileUmarım, beğenilerinize…
Sevilmek güzel bir duygu… İnsan sevilip de sevilmeyince anlıyor, sevilmenin güzel bir duygu olduğunu. Zamanında terk ettiklerinin ahı, işte o zaman sarıyor dünyandaki kainatı... Ne güzeldi değil mi şımartılmak, her an düşünülmek, düşünüldüğünü hissetmek… Şimdi sen düşünüyorsun ama düşünülmüyorsun, hak ediyorsun aslında. Hak ettiğini sen de biliyorsun, ama işte ilk defa bu satırlara söylüyorsun. Ne çokmuş aslında yoğunluk duygu trafiğimde; bilemiyorum nasıl ifade edeceğim bunu sözlüğümde... smileGel gelelim asıl meseleye.
Bir varmış bir yokmuş dedin, yine açtın kalbini, yine sevileceğini sandığın, yeni bir iletiye. Çok aşık oldun, bocaladın ama bilemedin karşılıksız olduğunu. Bindin bir alamete, gittin kalbinin kıyametine..
Yaa, böyle oluyor işte bu işler! Sevilirsin sevilirsin terk edersin, bakmazsın arkana. Sonra bir bakarsın arkana, bir çift göz yok orada... Sanırsın sonra kendini âmâ. Ama gerçekten yoktur o gözler orada. Esas mesele şimdi başlıyor... Önceleri iyiydin ama sonradan sızlıyor yüreğinin başı. O nasıl bir histir öyle.. Sanki uçurumun kenarına geldin atladın, düştün ama düşemedin. Hep atladın, hep düşemedin. Ölüp ölüp dirildin, duyguda duyguya girdin. Metabolizman allak bullak, hislerin zaten fırıldak... smile
Yine de seni avutan küçücük bir şey var değil mi... Belki de düşünüyordur ihtimalini düşünüp, onu düşünmek... Küçücük bir şey dedim galiba o senin en büyüğündü değil mi?!
Evet. Sen daha çok düşünürsün o küçük ihtimali içinde büyüterek. En iyisi o düşemediğin uçurumdan bakışlarını gökyüzüne çevirmek. Belki O da gözlerini sana çevirir. İşte o zaman aşık olursun..."
<< Hilal Yıldırım >>

Sensiz olmazdı ki... Galiba dostluğun en güzel yıllarıydı üniversitenin olduğu zaman. Bu cümlede bir şeyi sen fark edebilirsin en çok sanırım! Sana özel olsun istedim... Biz en tatlı dünlerde birlikteydik, en lezzetli bugünlerde de birlikteyiz. Kalan bu sanırım elimizde. Büyük ve heybetlice... Neşen ve mutluluğun renk kattı, yön verdi anılarımıza. Aynı kafada, aynı frekansta ve aynı rotada olmak o kadar zor ki bu devirde, biz bunu başarmıştık... Paylaştık sonra... Dertlerimiz birdi, mutluluklarımız da. Üzüntülerimiz için galiba hep rahatlattık kendimizi "Neyse"lerle... Oluruna bıraktık çoğu kez. Olması gerektiği gibi... Mutluluklarımız hep bir ağızdandı ama hep, her daim... Unutulmayanların adına! Hayatın her ne yönüne gidersek gidelim, en güzel işlerde birbirimize vereceğimiz destek ve can-ı gönülden dileklerle... ve dostlukla en önemlisi de... Renk kattın bak, ne iyi ettin yine... 

"Bazen 'neyse' demek istediğiniz zamanlar olur. Neyse, boşver, olsun… gibi kaderci, kabullenilmiş bazen de yenik cümleler kurarız. Hayata bakışımızın ümitsiz, gerekçesiz olduğu zamanlarda kimseye, çoğu zaman da kendine hesap soramamanın verdiği acıyı dindiren en iyi kelimedir 'neyse…' Umutsuzdur, geçicidir, gerekçesizdir ama bazen hayat kurtarır 'neyse'. Sinirlenmemeyi, üzülmemeyi, açıklama yapmamayı ya da beklememeyi getirir beraberinde… Beklentilerinizi azaltmayı öğrenir, 'neyse' dersiniz. Hayata hep 'neyse' diyerek devam etmek fazla karamsarlık belki ama ben bu kelimenin çoğu zaman insanı rahatlattığını düşünüyorum. Bazen çok şey söyleyip sonra 'neyse' diyerek susmak ya da hiçbir şey söylemeden 'neyse' demek biraz da “ben anlaşılmayı istiyorum” demektir. Belki de herkes için başka bir anlamı vardır ya da 'her neyse…' Bu yazıya başlarken sizinle paylaşmak istediğim çok güzel bir yazıya atıfta bulunmak istedim. Yazarını ben de bilmiyorum ama kalp kırıklıklarını, beklentileri, hüzünleri anlatan en güzel yazı olduğunu düşünüyorum. Sonundaki kocaman 'neyse'nin hayatınıza hüzün yerine birazcık rahatlık katması dileğiyle…

'Hayır memur bey...
Hiç bir kötü alışkanlığım yok.
Sahi hiçbir alışkanlığım da yok ki benim..
"Eskidendi" diyecek halim yok ya!
Ayaklarım şişmişken aşk yorgunluğuyla...
Yalnızca evine gitmeye çalışan bir işçiyim ben!
Ev dediysem lafın gelişi..
Zira boş laflar ve bir serseriden başka konuğu yoktur evimin..
Hem, sadece, günlük yevmiyesini, üzerinde kaplan baskısı olan penyeye vermiş bi gerzeğim ben!
Yo... Hayır fahişe de olamam, söylememiş miydim size ?!
Yo... Hayır, boktan bi yürek taşıyorum sadece!
Bunu farketmemeniz ne tuhaf!
Kafa kağıdım pembe olabilir memur bey ama kafamın içinde dönüp duranlar gri, puslu...
Çantamı seveceksiniz, çingene eşeğini kaybetse bulamaz içinde.
Yardım edeyim, ben çıkarayım, bi dakika...
Makyaj malzemelerim ne çok, değil mi ?
Kendimi seviyorum, hüznümü saklıyorum...
Zorlarına gidiyor hem de nasıl bilemezsiniz!
Neşeli olmam güçlerine gidiyor.
Neden?
Her şeye rağmen ayaktayım, bu mudur sebep?
Tam başımı yaslayacakken çekip gitmelerinin bi açıklaması olmaması mı ya da?
Ha! Size sormadım ki memur bey...
Kendime soruyorum!
Hep kendime soruyorum, hep kendimden yola çıktığım için...
Kimseye hesap soramıyorum ve bu yüzden herkesi haklı görüyorum...
Gidebilir miyim?
Bilirim demek!
Peki, iyi sabahlar memur bey...
Yalnızca bir bira içtim ben!
Neyse..' Anonim "   
<< Derya Çağan >>


Bazı dostluklar o kadar samimidir ki hiçbir şey kıramaz, yıkamaz onları. Bazen  o kadar yalnız bile hissetse onun yanında olduğunu hissedersin. İşte, bir ailede bulunması gereken. Bulmaksa bir alınyazısı olsa gerek. Sevgi kat kattır ya hani... Sen en'lerdesin zirvenin sanırım birazcık. Biraz derim şımarırsın şimdi çünkü. Yine küçük kavgalara başlamayalım. Küsse, bozulsa, birimiz öne çıkar mutlaka. Engel olur ya hani duygular, kötülemez öyle, karalamaz. Çünkü sevginin hasıdır bu. Nazını geçirir işte nihayetinde. Yormaz, yorulmaz, yılmaz... Dostluğun gerçeği bu! Yaşanılan binlerce şeyden sonra, ne olursa olsun beraber adım atma... Biliyorsun değil mi, kimse "Söyleyemez Türkümüzü..." Şiirlerini eksik etme hiç. Severdim ben onları, biliyorsun. Ne de olsa benden daha eskisin bu yolda... Üstelik "Yoksun" demeye dil de gitmez, yürek de istemez zaten, sen iyi ki varsın, iyi kisin yanımda!


"Beni anlamanı beklemem senden
Sen, benim özümü anlayamazsın                                          
Bir can düşün kendi kendine yeten
Ne yapsan kendine yer bulamazsın

Kavrulsa yüreğim dumanım tütmez
Bilmezsin derdimi eyleyemezsin
Başım dik sevdaya hiç boyun bükmez
Duysan da türkümü söyleyemezsin

Misafir istemem gönül hanemde
Gelip geçiciysen yol bulamazsın
Yüreğim öyle bir yıkık virane
İnan taş üstüne taş koyamazsın..."

"Adını söylerken sızlıyor kelimeler
İnliyor dilimden düşen nağmeler
Kanıyor sevgim
Can çekişiyor düşlerim
Yoksun...
Yokluğunla sevişiyor kederim..."
<< Esra Uğurlu >>

Bizden başka var mıdır dersin cancazım, tanıştıktan sonra böyle uzuuunn yol alan... Yazanın halinden yazan anlıyor en çok sanırım biraz da. Biz aynı lisedeniz üstelik, unutma! O zamanlardaki gibi değil şimdi duygular, olgunlaştılar sanırım epeyce. Yürek de öyle... Şimdi daha bağlı, şimdi daha derin sanki sevince... Seninle o dertleştiğimiz gün, hani uzuuunca... Haber yapmaya gitmiştik sözde, o koyu muhabbet ne iyi gelmişti. Utanmasak iki çay söyleyecektik hatta masaya... Şimdi "Türk Kası"na nasıl bağlayayım diye düşünüyorum üstelik satırdan düştükçe bir taraftan da. Zorluyorsun beni! Şen ettin sayfamı, yazınla. Ne olursa olsun yüreğinle dokun yazılarıma ve şiirlerime sen... Hem üstelik unutma, bir film borcun var yönetmenlik koltuğuna oturduğunda bana... Sevgi ve muhabbetle...


"Bu seneki  yaz olimpiyatlarında hep beraber sevindik. Çünkü, ülkemiz ilk kez bu kadar çok sporcuyla katıldı. Peki, sonuç ne oldu?  Hüsran... İki altın bir de gümüş madalya olmak üzere üç madalya ile koskoca olimpiyatları sona erdirdik. Bu başarısızlık, aslında toplumca spora  verdiğimiz önemi de sorgulamamızın gerektiğini gösterdi. Bizim için bazı kalıplar vardır ki onlar  spora  bakışımızı gün yüzüne çıkarır, 'günde  bir saat yürüyeyim, bak nasıl veriyorum yirmi  kilo...' diyerek kandırdık kendimizi. Sadece normal ekmek yerine kepekli ekmek yemekle sağlıklı beslenip kilo vereceğimizi düşündük. 'Spor neymiş canım...' dedik Spor salonlarını da anlayamadık. 'Para verip gideceğiz' neymiş efendim 'ağırlık kaldıracağız indireceğiz, boşuna terleyeceğiz,  üstüne de para vericeğiz...' Düğünlerde, günlerde  oynamak, halay başı olmak bizim için  hiçbir spor salonun yerini tutmazdı... Boş otobüs geldiğinde yer kapmak için insanlarla yaptığımız o omuz omuza, kıç kıça mücadelenin yerini, gerilimi başka bir sporda bulamazdık... Durum böyle olunca da ilk kez Türklerin bulduğu bir kas olarak tıp tarihine geçen Türk Kası'nın tıp dünyasındaki şaşkınlığı hala sürmekte…
Buna karşılık ülkemizde her geçen gün obezite(bildiğin 'şişman', yemiş yemiş duramamış) hastası da artmakta. Spordan mahrum bir gençlik sonra... Okuldaki  'beden eğitimi'  daha çok, 'boş zamanımızı nasıl geçiririz?' dersi olmakta. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, plansız ve programsız bir eğitim sistemi de eklenince, ülkemizde başarılı bir şekilde spor bilinci ve ahlakı oluşmamaktadır. Umarım bu sorunlara karşın yapılacak çalışmalarla hepimizin spora olan bakışı televizyon izlemekten çok o sporla uğraşmak üzerine olur. İşte o zaman daha sağlıklı ve daha başarılı bir toplum olmak yolunda büyük bir adım atarız..."
<< Mert Belek >>

Yanımda olduğunuzu hissettiğim için teşekkür etmek isterim bir kez daha Muratça... Emeğiniz, yüreğiniz ve desteğiniz için teşekkürler... Ara soğumadan, öyle çoookk uzamadan görüşmek ümidiyle...
Gönüldaşlığımıza,
İyi ki varsınız!         

10 Ekim 2012 Çarşamba

"Oğlum Bak Git, Ananı da Al Git..."

Suyum iyice ısındı, biliyorum, farkındayım. Zaten hiç ılımamıştı ki ama. Hep çok sıcak, doğuştan ateşli. Soğukluk belki, biraz yaşanmışlık ve hayat şartlarından bulaşmış olsa gerek. Ayrıca, bu kış çok "soğuk" olacak diyorlar. Bilmem ki, haberler mi spontane bağladı her sene aynı söylemleri içerir yoksa gerçekten mi soğuk bir kış geçecek, bilmiyorum... Ama kışlar çabuk geçer, tek bildiğim bu...

İki trend replik herkesin dilinde. Birbirlerinden habersiz, ayrı zamanlarda, aynı topraklarda, 'eşit'ler aslında ama madem sınıflama şart... ve alt ve üst... Bir harmoni... Kelimeleri ben vereyim siz tamamlayın. Biraz üstü kapalı, şifreli... Gene romantik komedi olacak yazı, her zamanki gibi. Ne yeterince düsturlu ne de pek bir siyasi! Zaten bulan her türlü bulur içinde şarkısını, politikasını, sloganını, felsefesini, tarihini, her şeyini... İkisinde de ortak tek bir nokta. Git'mek... Neden peki?

İşimiz başından aşkın, anlayıştayız. Dertliyiz, efkarlıyız, parlarız çabukça ama çımıştır laf ağızdan, biri emek verene biri masuma... Üstelik birinde yine çocuğa söylenmişlik var biri kadına, daha yücesi anaya! Nedir yani, çocukça eğlenmek var tek taraflı da olsa karşısında. Nedir yani, emek var bu ülke topraklarına! Herkes kendini merkeze çekse kimse kalmayacak demek ki bu dünyada. Diğer insanlar olmadan daha rahat herkes çünkü veya öyle sanıyor çoğu kez aslında! Oysaki hayat seni ya Kezban (şaşkın, saf) yapar ya da Leyla (dalgın, aklı havada)...

Öyleyse merkeze çektim kendimi... Dünyama girdim, kendi yaşamıma. Hani renkli, çeşnili, çeşitli ya... Ama baktım ki aslında herkes orada! Tıpkı istediğim gibi, herkesi alırım tek tek yaşantıma... Seçici olsam da herkes en başında eşit şartlarda! Yalnızlığı da kendi yaratır hem insan, gittiği her yerde, yanında...

"En çok neyi istiyorum; ola ki beni kaybedersen bir gün acı yaşamanı istiyorum olacak. Çabuk pes ettiğin için... Madem en'indim, iyi ki'ndim hemen iflas bayrağını çektiğin için... Bilmediğin o kadar çok şey var ki. Gül dikensiz olmuyor yavrum. Bu ne ki daha yaşayacaklarının yanında. Fedakar davranmasan o sana daha acımasız olur. Ve kaçarsan... İçini parçalar netice olmadan, duramazsın, zaman geçer, iş işten üstelik... Bu kadar seviyorken, pişmanlık çekersin.

Rahat adamsın, biliyorum. Sıkıntıya gelmezsin. Arkanı toplayan birileri olsun istersin. Kendi yaptıkların yük olur en başta ama bunu görmezsin. Kolaycısın. Kaçarsın. Tanımazsın, görmezsin. Bir laf edersin üç bin gün sonra, hiç bir şey olmamış gibi olmamı beklersin, samimi... 

Hayat öyle ya da böyle yorucu bir süreç. Sevsen de yorulursun sevmesen de... Ama en güzel tarafı sevgi yatan yorgunluk olsa gerek. "Sevgi" var içinde, sahici, daha ne olsun... Pişmanlık duyarsın. Elindekinin değerini bilmediğin için en çok da. Dedim ya acı yaşarsan eğer, kırık bir kalbin (ki kalp yalnızca çok sevdiklerine kırılır, gerisinin üzerinde durmaz pek, bilirsin) kırılmışlığını, her günki acısının azalarak ya da dinerek değil, kat be kat artarak günden güne daha da zorlaşarak iliklerine, damarlarına kadar hissetmeni istiyorum... Bu kin değil, madem karşılıklı seviyoruz... Yaşa da gör o zaman!

Kalbin soğudu, üzgünüm. Ama yaşantı dört duvara sığar mı sığar bazen. Aynı döngüde dolaşıp dururuz. Devir daim, tarih tekerrür... Amansız gelişmelere 'amaaann...' çekeriz. Trip atma, nispet yapma, akan zaman ve bekleme korelasyonunda, gecikmeli bir özür, en önemlisi sanırım sırtını dönme, atını geri çekme, pes etme, yılma ve yıldırma politikası, üstüne basma, altını çizme, üzerinden geçme, üstesinden gelme, hayat neyin peşinde?!, beyaz bayrağı çekme, iflas etme, iki yabancı, mecburi birliktelik, elinin altındaymış gibi hissetme, belki bi' o kadar da kaybetme korkusu, fotoğraf ve gözyaşı, geçmişte kendini bulma, en kötüsü kaybolmadır zaten bazen yok olma, yalnızlık tortusu, kahve telvesi, medet umma, teselli etme, ego tatmini, test etme ayini, dejavu jetlag gelecek tahmini, kendini haklı bulma, iki tarafı dinleme ama bir tarafa yönelme, bir özüre bel bağlama, bekleme süreci ve bekleme...

Ve naz ve ısrar... Yordu seni. Bağışla beni ama tek yoran bunlar olsa keşke hayatta. Zaten çoğu kez ya kaçıştın ya da satış. Olsun, naz yani senin yorgunluğun(bak yine sen geldin merkeze, neden acaba?-çok düşünüyoruz belki kendimizi de ya da ben de seni düşündüğüm için...) rengimden daha ağır bastı demek! Yaşattıklarım 'yaşadıklarından' daha üstün yani, dinlediğine göre..."

Bırak dağınık kalsın, hiç toparlama, alışığız ya nasıl olsa dağınıklığa...
Kaç, en kolayı bu, kısa yolu belki, alıştık ya kısa yollara, yalnız kaçarken çok da yorulma!
Nelere çaba gösterirken şu hayatta, bırak, hiç çabalama... Ne çaba olsun ne de caba...

Hakkım helal-i hoş olsun ama affedemem... Sana göre kibirle ve gururla, bana göre kırılmışlık ve acıyla...

Boşunadır bu kürek çekme, bu veda yazısı, bu ayrılık türküsü...
Kimleri kimlerden ayıran hayat bizi mi ayıramayacaktı zaten!
Üstelik, cehennemde yalnız olmadığımı bilmek bile bir lütufken...

Muhakkak, herkes haklı kendince. E, kolay oluşmuyor bir "aile". Aileden biri gibi olmak ya da.

Kalp kırık, bitap aslında, haberi yok, pişmanlık çok. Ne var ki tatlıya bağlansa... K'olaya kaçmak bu mudur? Bu musun insanoğlu, duymak istediğin gibi hani, "üstünsün ya, helal sana!"

8 Ekim 2012 Pazartesi

Üçü Bir Arada! (Diplomalı İşsizlik / Yaşam-cılık culuk/ Gökyüzüne Gömün Beni)


Bu kez üç yayın bir arada... Hiç vakit kaybetmeyelim isterseniz, bir solukta!

"Dışarıdaki bakış ve 'disiplin' farklı haberciliğe göre. Bize öğretilenler bambaşka. Daha ütopik, pek bir etik! Teori ve pratik arasındaki farkı da geçeli oldu epeyce. Habercilik çok daha farklı bu dünyada. Biz niye senelerimizi verip okuduk ki..."

Bir iş görüşmesi var. Saat 9.30. Giyim kuşam, son sezon trend! Fiyakalı, havalı ve cak'alı... Muazzam. Aranılan özellikler tamam. Her şey mükemmel. Sevgili tasdiki tamam. Şanslar dilenmiş. "Neyin sınavı?" diye bir soru takıldı kafasına. Cv filan verdiği gün aklına geldi. Hepsi prosedür, hepsi formalite, hepsi mahsuscuktan! Facebook'ta tüm secere mevcut zira. İşverenlerin direkt olarak baktıkları yegane bilgi verici mecra! Gerisi yalan, gerisi faso fiso...

Sosyal medya sayesinde artık herkes gazeteci! Herkes yorumlar yazıyor, düşüncelerini aktarıyor, haber yerinde video çekiyor, fotoğraf çekiyor. Herkes gazeteci! Yurttaş gazeteciliği hakkını veriyor yani ülkede! Neyi okuyoruz peki? Öğrencilik yıllarında geçirilen zaman, zaman kaybı öyleyse. Niye okuyoruz peki? Sosyal medya, en çok gazeteciliği öldürdü sanıyorum. Geliştiği kadar öldü hem de... Tamam geniş teknolojisi sayesinde medyada da kullanılıyor ama bir meslek de ancak yerle bir olabilirdi bu kadar. Facebook'un olmadığı yıllarda girdiğim meslek, birden başkalaştı ve mezun oluncaya kadar rehber hocalarının da "geleceğin gözde meslekleri" arasında değerlendirdikleri gazetecilik gittiii... yerine apayrı bambaşka bir teknoloji merakı bulaştı, hem de hergün ağır darbelerle gazeteyi öldürerek! Şarkıları gerçek albümden (cd)den mi dinliyoruz, indiriyor muyuz?! Tıpkı bunun gibi... Yalana dolana daha çabuk inanır olduk, belki dünyayı küçülttük, minicik yaptık ama duygusuz duyarsız yadırgamaz birileri olduk çıktık...

Boşverin siz de, biryerlerde bir şeylere başlayın. Tecrübe lazım, alaylılık lazım... Okumak yalnızca bir hobi. Ve herkes okuyor. Bir gereklilik halinden çıkıldı okumak için. Zaman geçiyor. Sahte çalışın, hak yiyin, uyanıklık edin, biraz da göz boyayın, bulursunuz bir şeyler, eminim. Pohpoh, fışfış, vesselam, bi'tamam! Kaç kişi hakkıyla çalışıyor ya da sevdiği işi yapıyor ki?! Veya okuduğu işi...

Öğretilen başka boyutta, dışarıdaki bambaşka! İşsizlik olmuş diplomanın adı da... Çay taşı, su götür, limon sat, nakış yap!  Alaylıdır, aynı yoldan patronu da paşası da. İş'te öyle adam lazım bize, biz neyin peşindeyiz ki? Herkes gazeteci olmuş, biz neyi okuyoruz ki... Niye!

***
Alimle zalimin dünyası, aptalla da abdalın...
Hayat zaten yeterince -cılık, -culuk ekleriyle dolu. Oyun-culuk, Ev-cilik, Gazete-cilik, Çay-cılık, Yaşam-cılık!

Haline şükretmeyen insanlar hümanistik olmadıkları gibi yalnızca eşit şartlarda yaşadıklarını sandıklarıyla kendi yarattıkları "acıtasyon"la yaşarlar. İnsanı insan yerine koymayan ve bu dar kalıp içerisinde sıkışıp kalan yalnızca gözleriyle görebilen insandan korkuyorum, doğru. Dostluğu kriterlere sokmaktan başka bir şey değil bu. Ne mavi ne pembe ne de siyah... Hiç bir şey değil bu!

Zenginlik fakirlik, sağlıklı olmak veya engelli olmak, yaşadığımız coğrafya, üyesi olduğumuz dil, din ve cinsiyet
kimseye sorulmadan verilmiştir, şüphesiz! Bunu dünyada kabul ederek, şükrederek yaşayana "insan", diğer "insan"larla "birlikte" bir şeyler paylaşarak yaşayabilmeye "insanlık" denir. İşine gelene şükretmeye, gelmeyene de isyan etmeyi bilen "insanoğlu" en çok da bununla dünyada ya da sınavdadır. Bunu diğerlerini horgörmeden veya kıskanmadan idrak etmektir yücelik... İnsanlık... Var oluş... Birlikte, nasıl olursa olsun kardeşçe yaşamaktır. Kimse kimseye karışamaz zira. Herkesin kendi hayatıysa bu şayet!

"Evet... Benim en iyi dostlarım 'kapıcı' çocuklarıydı.
Yerinde beni benden iyi bilen, anlayan, benim  bunu gururla söylediğim kadar bunu yaşamı boyunca tanıdığı herkese gururla söyleyen ama ne olursa olsun yine de haline şükreden..."

***
Gökyüzüne gömün beni...
Güneş mezartaşım olsun
Ay teneşirim
Bulutlar toprağım olsun
Yıldızlar çiçeklerim
Güne açan her güneşle ışık saçar
Gün batımıyla kaybolur giderim...
' Temmuz 2006                       Çatlak Kalem

5 Ekim 2012 Cuma

Bir Kedi Göremiyorum Artık Sanki!

Her şey mükemmel, bir bu kalmıştı el atılmamış! Çok güzel başarılara imza atıyoruz son günlerde mesela... Haklar üzerine belirlemeler, "düzen"lemeler filan yok mu canım?! Başkaları üzerine verilmiş kararlar... Tektip zihniyetlerden çıkan birkaç rüya sapması, deli saçması düşünce. Madem bir karar alınmalı, sorulmalı dertten muzderip olan vatandaşa da, hı? Demokrasi ülkesi madem. Küçük heyetler oluşturulmalı yurdun dört bir tarafından ve uzlaşmaya varılmalı bir noktada. Milletvekili kaynıyor piyasa zaten, herkes milletin vekili olmuş. Ne var birtakım konularda da millet vekili oluşturulsa. Kendi vekilliğimizle milletinkinin karıştırılmasına izin vermeyen vekillerden söz ediyorum. Vekillik, ortaya bir konu atıp buna karşıt görüş getiren ya da uzlaşan kişilerin mesleği olmuş. Vekaletten cesaret doğmuş! Oysaki, ortak bir toplumsal sorunun birlikte çözüm önerileri getirilerek, mantıklı ve çoğunlukta olması değil midir? Hani demokrasice?! Yamuk yumuk düşüncelerde daire çizip duruyoruz hala. Maalesef yol katedemeden. Mehter dahi, daha başarılı! Sorsanız herkesin düşüncesi var, herkes çok biliyor! Sözde mi kalıyor. İcraat yetmiyor mu, yorum sizin. Apayrı da bir konu ama...

Hayvanlar da mı nasibini aldı ne? Durup durup bir şeyler çıkarıyorlar. Onları da güzel kullanıyoruz. Ambele oldular onlar da durum karşısında, şaşkın şaşkın bakıyorlar halimize! Çok güzel geçiniyoruz ya doğayla. Dünya hepimizin ama ya yetmiyor bize ya da paylaşamıyoruz! Şu "ölüm yasası"nı kastediyorum. Hayvanlar şehirlerden uzaklaştırılıp barınaklara verilecekmiş.. mişş... "Sokak 'insan'ları" böyle bir karar aldılar ya hani... Geçtim vicdanı, kalp yetmezliğinden öleceğiz bir gün! İnsanlıktan ruhlar soğudu belli ki. Sokakta çok güzel baktık besledik ya, kedileri köpekleri şimdi barınaklara verelim diyoruz(!) Orada daha iyi bakınırlar, kendi kendilerine!

Paylaşım sitelerinde her şey dalga alay oldu şu ara, yeni moda(!) "Kapı önüne bir kap su" ile bile yeri geliyor eğleniliyor. Böyle ciddi bir mesele! Bilinç terk, duyarlılık yok, nasırlı üstelik düşünceler! E maskemizi yapan sağlam yapmış! Dedim ya pek bir hayvan dostuyuz! Ya camiada adımız geçsin diye besleriz ya arkadaşımıza hava olsun diye... Gösteriş amaçlı tamamen yani. Artık acı şeyleri dahi yadırgamaz olduk! Her şey gır gır, şamata. Duyum eşiğimizde oturduk, piknik yapıyoruz! Mangal, cızbız, ip atlamaca, top oynamaca, hamakta sallanmaca, çekirdek çitlemece, nohut kavurmaca... Haklar adına birileri kararlar alıyor, yapılıyor, kimse de çıt yok! İşin kolayı bulunmuş.. Sistem çarkı böyle dönüyor! Alan memnun, satan memnun! Gerçekten Mecnun'uz! Bizim paramızı ödesinler, her ay cukka, bize dokunmasınlar da bin yaşasınlar! Yok böyle bir lüx, bencilliğin önde gideni insanoğlu şu ara! Bu dünya hepimizin. Birlikte... Ağaç,çiçek, kurt, böcübörtü, doğanın eşsiz manzarası, sonsuz kainat canlısıyla birlikte. Sahip çıkalım. Bilincimizi yitirmeden! Yoksa hep jeton geç düşüyor ya bizde, geçer yine iş işten...

Hayat onlarla daha güzel. Yaşamak daha anlamlı. Ne zararları var ki, birbirimize yaptıklarımızdan daha zararlı? Menfaat yok onların dünyasında, onların alemi bizimkinden daha temiz, daha farklı! İlk günki gibi masumlar, kendi hallerinde, istikrarlı... Onları besleyerek motive oluyoruz pek çoğumuz, sıkıldığımızda dert ortağı... Onların dünyasına dalıyoruz ya hani kimi zaman, o bile ruhumuza faydalı! Stresten, üzüntüden, ikiyüzlülükten uzak bir diyar onlarınki, dünyalarına yaklaştıkça ne mutlu bize. Ama kendimizden uzaklaştırdıkça onları hem katı kalpli oluruz gözlerinde hem zalim hem zararlı! İster miyiz kendimizinki kadar onların dünyasını da karartmayı?!

Tarkan ve Orhan Gencebay'ın doğa adına yaptığı ve benim de bir ara sözlerini sıkça paylaştığım şarkıyla sonlandırmak istiyorum yazıyı. Sessiz canların sesi olmak dileğiyle...
"Uyan uyan dostum uyan, koy elini kalbine geç olmadan... Bu yolun sonu yokuştur deme, dağları aşarız eğer inanırsan... Bir olur geliriz üstesinden! Her şey mümkün eğer inanırsan!"

3 Ekim 2012 Çarşamba

Yurt Dışı Notları

Galiba yurt dışına açılmak kanımızda var. Tarihimizden beri. Belki kaybettiğimiz toprakları görmektir esas nedeni! Ama daha çok değişik lezzetler tatmak, farklı kültürler tanımak, yeni diller öğrenmek, eskileri pekiştirmek, çeşitli insanlar tanımak, arkadaşlar edinmek, sosyalleşmeyi istemek olsa gerek, en ağır geleni! Biraz klişe olacak belki ama sırt çantanı, su mataranı ve fotoğraf makineni alıp gezmek görmek işte, işin en büyük eğlencesi! Güneş gözlüğünü ve şapkanı takıp elinde haritanla yabancı insanlara yabancı dilinle bir yerleri sormak. Bir pastanede bulunduğunuz ülkenin bestseller'inden bir kitap alıp okumak, sözlük eşliğinde. Şarkılarını dinlemek, o kültürden çıkan, sanatçılarının tablolarını al-a-masak da kartpostallardaki imitasyonlarını almak en ünlü çalışmalarına dair. Anı olarak magnetlerini (mıknatıslı buzdolabı süsü), küçük peyzaj biblolarını, altlıklı tabaklarını varsa meşhur sembolik objelerini, anahtarlıklarını almak gibi mesela.

Günlük ya da anı gibi bir şey paylaşmayacağım öncelikle, belirtmek isterim. Daha genel bahsetmek istiyorum. Biraz eleştirel biraz romantik komedi perdesinde. Her zamanki gibi...

Diyelim unuttunuz fotoğraf makinenizi. Aslında büyük bir nedamet duyarsınız. Kendinize küfredersiniz belki ama ardındaki nedendir en çok kahreden. Bir daha gezme fırsatı bulamayacağınızdan, bulsanız bile bulunduğunuz yere bir daha gelemeyeceğiniz korkunuzdan ötürüdür, haklı olarak. Ama olsun... Ola ki almadınız; bırakın hayıflanmayı, anı ona odaklayıp akmasına izin vermeyi de bulunduğunuz anın tadını çıkarmaya bakın. Unutmayın, makineniz olmasa da en iyi fotoğrafı çeken gözleriniz var! Onları da unutmuş değilsiniz, şükür ki... Müzeleri, kiliseleri gezerken tarihlerini öğrenin. Kimlerden gelmiş geçmiş bugünlere, sorun, araştırın ama öğrenin kimler gelmiş kimler geçmiş diye! Ya da internetten öğrenip gidin, bilgili bir şekilde. Canlandırın, yaşayın atmosferin tadını. Hayal edin, "burda yaşasaydım şu an nerde olurdum acaba?" diye...Tablolar ve heykeller için de geçerli mesela, durum. Kim yapmış, nasıl yapmış, nereden ilham almış, nasıl bir öyküsü var diye... Deneyin, korkmayın, kültürlerin içine girin... Size makul gelen şeyler alışkanlığınız haline bile gelebilir.

Güzel tarafları çok, çok olmasına da... sıkıntılı tarafları da yok değil tabii ki. Genel anlamda üç sorun altında toparlamak isterim problemleri.

Öncelikle sağlığınıza dikkat etmeniz gerekmektedir. Hasta olsanız, nazınızı geçirecek birileri olmayacak en başta. Kendi kendinize bir yere kadar yetebilirsiniz zaten. Kışsa sıkı sıkı giyinmeniz, yazsa dikkat etmeniz gerekiyor yine. Biraz da c vitamini depolamanız gerekir, meyvelerden en çok da! İhmal edilmemeli. Günleriniz sayılı olacaktır zaten, en başta hasta geçirmek istemezsiniz yurt dışında! The second one, para! Nam-ı diğer money money money, Abba'dan... Ya da sipali! Harcamalarınıza dikkat etmeniz gerekiyor. Bütçenize, gelir ve gideri dengeleyip ona göre harcamanız, fazla açılmamanız lazım sanırım! Elde değil değişik şeylere karşı belki ama bir muhasebe çekmeniz şart kendinize! Ya da kendinizi otokontrol altına almanız! Önceliklerinize göre harcamanız... Hesap yapıp çıkmanız en uygunu! Çaldırmaya dikkat ederek tabii. Kredi kartı kullanmak en güzeli, nakit taşımak biraz daha sakıncalı. Alışverişte de kolaylık sağlayabiliyor tabii ki. Hosteller ve uçak biletlerinde de yardımcı üstelik. And finally... iletişim-sizlik! İletişim çağı malum. Her gün her an alışılageldik artık. Ya telefon, ya internet(sosyal medya) bağımlıyız belki de. Yurtdışında önemli. Telefon hattınızı değiştirmeniz, cep telefonunuza sahip çıkmanız(çaldırma, düşürme, bozma, vs.), kontörlerinizi yükletmeniz. Telefon yoksa bile internet, bilgisayar olmalı! Msn, facebook, twitter, skype başlıcaları... Yoksa yükletin, yüklettiyseniz kullanın. Haberdar edip, haberdar olun. Dil zaten şart. Bilmiyorsanız öğrenin, öğrendiyseniz geliştirin. Şart! Pasaportunuzu yanınızdan asla ayırmamanız gerektiğini hatırlatmamın lüzumu yok diye düşünüyorum son olarak. Türkiye'de kimliksiz gezme alışkanlığından türemiş ve yaygınlaşmış olmanın verdiği rahatlığı her nerede iseniz orada bulamayacağınızdan emin olun!
***
Güvenli hissedin kendinizi en önemlisi, havaalanı ve gümrük allerjiniz varsa, ona rağmen hem de... Başka bir ülkede olmanız yanıltıp, kırmasın güveninizi. Derim ya hep, medeniyette daha ilerdeler! Bizden ne kadar kötü olabilirler ki! Hea, istisnalar kaide bozmaz. Hanzo her yerde aynı! Coğrafya değişik yalnızca, unutmayın, aynı dünyadayız! Aynı zamanda... Ve anın tadını çıkarın! Keyfinize bakın. Yalnız dahi olsanız. Eminim bazen birkaç kişiden daha iyi bile olabiliyor yalnız takılmak, kendinizi kalabalıktan soyutlamak. Yabancı arkadaşlar edinin. Eminim, "kendinizden olanlardan" bazen çok daha iyi davranıp, yardımcı olabiliyorlar. Fırsatlar bir kere sunulur, ya geçirirsiniz en güzel şekilde ya kaçırırsınız tutmaya çalışırken. Sonu ya cesarettir ya nedamet! Tercih size kalmış! Neymiş felsefe: "Carpe Diem!"... "Anı yaşa!"... Gezin, tozun, eğlenin, tanıyın, öğrenin, araştırın, gözlemleyin ama ne olursa olsun, yaşayın!

1 Ekim 2012 Pazartesi

Sözün Bittiği Yer...

Hani öğrencisindir, sorarlar ya "dersler nasıl?", "sınıfı geçtin mi?", "alışabildin mi?" vs. Sonra "askerlik ne zaman?" denir. Derken "yok mu gönlünde yatan biri?", "hayırlı bir kısmet diyoruz canım..", "düğüne ne kadar kaldı?"... Sonrasında da "aşkın meyveleri" merak edilir hani. İnsan ömrü kendi sorunlarınla ve başkalarının sorularıyla yetip gider bir şekilde.

Epey istenir çocuk... Neslin devamı için, ailenin sıcaklığı için, aşkın bir bedende birleşmesi için, bir vücutta bir hayata kavuşabilmesi için, yuvanın neşesi için... Bir başka hayat tarzına geçirdiği için istenir bazen çocuk. Yeni bir heyecana adım atmak için. "Çoluk çocuğa karıştı" denir. "Evli, mutlu, çocuklu"sundur neticede, hayat senindir... Olmayınca olmaz tabii ama vardır bir hayır! Çünkü olması istendiğinde dua edilir: "Sağlıklı olsun, hayırlı olsun da..." diye. "Cinsiyeti önemli değil..." Olur çocuk, büyür çocuk, olgunlaşır, reşit yaşa gelir neredeyse. Ama nasıl gelir o bulunduğu yaşa?! İtilerek hor görülerek mi, hoş tutulup hoşgörülerek mi?

Kimi çok ister olmaz, kimi ister ama büyütmez, doymuştur, açgözlüdür, bir hevestir çocuk sahibi olmak sadece. Kimi birlikte büyür çocuğuyla, arkadaş gibi. Kiminin ise arkadaşlarıdır aslında tek derdi! Kıyaslar başkalarıyla işi de evliliği de çocuğu da. Rekabetin bir parçasıdır sadece yani. Kimi istemeyerek büyütür. Kimi ise kendine ait olmayanı(biyolojik anlamda) kendiyle bütünleştirir. Kimi hizmetçi gibi, köle gibi kullanır, kendi isteğiyle ona sormadan çalıştırır. Habere, manşete taşınır "çocuk işçi" diye...

Yazının başında dedim ya hani "Sağlıklı olsun da..." diye, başlanır bu yolculuğa... Sonrasında ömrün vefa ettiği yere kadar eşlik eder anne ve baba. Ezan ve sal'a arasında... İşte insanoğlu farklı, yaradılışı farklı, fıtratı, doğası... Ama bazı şeyler aşılmıyor hâlâ maalesef. Kimbilir ne emeklerle büyütüldü, yetiştirildi, doğru! Emeksiz yemek de olmuyor hiçbir zaman. Amenna. Eyvallah. Dünyada her şey emek bi'kere! Ama hiç mi haklı tarafı yoktu toplumca genel kabul görmüş bu önyargı karşısında! Her şeyden önce insan... İnsan demek bir dil belki bazılarına göre ama bir de can demek, eşittir saygı! Üstelik kendi canınken, nasıl kıyabildin, verdin toğrağa? Bir hesap vermesi gerekse Yaratıcısına vericektir zaten ama sanır mısın ki senin şu yaptığın onun "günah"ının yanında bir kuş tüyü?! Hangi akla hizmettir bu, nasıl bir zihniyet! Bu yalnızca bir neden ve bir örnek. Belki defalarca oldu ya da olacak ama illaki sürecek! Belki başka nedenlerle başka yaşlarda ama aynı sonuçlanacak. Süregelmiş kanun bu şekilde. Din için yapılır bu, siyaset için, cinsiyet için... Kısacası tüm "insani" değerler için! İnsanın insana yaptığını kimse yapmıyor şu dünyada. Yok... Allah'ın işine karışmak bu, insan iradesine engel koymak belki de. Ana-baba değil bu, "insanlık"tan da epeyce geride ve "insan"dan da uzak bir şey sadece... Asıl sapıklık ve sapkınlığın çok daha ötesinde. Sözün bittiği yerde.
***
"Düşman"a, doğal afete ya da ölüme yol açan herhangi bir şeye lüzum yok, biz kendimizi öldürüyoruz zaten! Ölmeden önce hem de... "Sağlıklı olsun da gerisi önemli değil(!)" bir de...