30 Temmuz 2012 Pazartesi

Naif, Latif, Zarif...

Bir başka hikaye bu. Bu sefer değişik, biraz akıl taşımı, biraz duygu aşımı, yarı ütopik yarı melankolik bi o kadar da realite kokulu bir sevda üçgeni bu sefer ki. Kötülük tanımının icadından mucidine bi yakarış taşıyor. Biraz hayallerde geziyor ama gerçekliği sezdiriyor bu dünyasında! Hepsi birbirine yakın ama uzak kalmaya zorluyor koşullar, zorlu koşullar, zorlaştırıyor işleri, birbirlerinden uzaklaşıyorlar... Her biri ayrı güzellikte. Kıskançlık nedir bilmiyorlar üçü de. Üçü de birbirine bağlı, sağlam, kuvvetli bağları birbirine, alasıya derin, güçlü, yılmak bilmez, yorulmaz, sıkılmaz, bunalmaz. Gönül, muhabbet, sevgi bağıyla bağlılar. Üçü de yakın birbirine. Kıyaslanmaz. Belki bazen biraz karıştırılır ama genelde yan yanadırlar. Biri hepsi, hepsi biri için. Tek yürekte atarlar... Dünyaya geliş tarihleri belli değil, kafa kağıtları muamma. Zira kimlikten bihaber o zaman dünya ve de zaman. Dünya yuvarlak mı değil mi buzağı mı yoksa bi cam küre mi tartışıladursun, cinsiyetleri de yok bu üçünün. Tek bildikleri yanında durduklarına ayrı bi değer, ayrı bi önem katıyorlar. Ayrı bi renk, ayrı bi şık duruyorlar farklı lezzetler içinde. Türkçe'nin diğer dillerden farkı cinsiyet ayrımı gözetmeksizin kullanılmaları ya hani nasiplerini almış bunlar da bu zengin çağlayan kaynaktan! O derece evrensel, çeşitli ve kabiliyetli... Çerçevesi açık, deriiinn, geniişş ve tartışmaya açık, göreceli... Harflerin yanyana gelmeleriyle kelimeleri oluşturması ve anlamlar ifade etmesiyle eş zamanlı sayalım varoluşlarını da o zaman...

Latif biraz daha güzelliğine düşkün diğerlerinden, onu güzelliği aslında doğuştan ama duramaz gene de güzelleştirir kendini de etrafını da. Bi o kadar da gelişken yani... Her insan gibi duru, pak, temiz. İşlenmeye değer, saygıyı hak eden, takdire şayan... Her kalbin doğuştan getirdiği tazecik duygu düşünce barındırıyor hepsi de. Kirleten dünyaya siper alıyor adeta! Kurtarmaya çalışıyor haspam gücü yetmese de olanca gücüyle...
Naif, azıcık latiften almış özelliklerini azıcık zariften... Kendine özgülemiş durumu sonra, farklılaşmış, soyutlanmış. Kibarlığı da almış içine zamanla hoşgörüyü de. Buradaki hoşgörü günümüz "hoşgörüsü"nden farklı. İçinde başkalarını mazur görecek bir kibre dayanmayan, burnu havada olmayan, eşitlikçi bi hoşgörü... Kibarlık da doğuştan esasında. Hani kibarlaşmaya çalışır ya bazı insanlar anlık veya belirli bi zamanlık. O zaman doğasından ayrılır ve yapmacıklaşır. Herkese yakışmaz yani kibarlık, doğuştandır. Ancak adaba uyar insan anla veya zamanla. Kibarlık mütemadiyen olandır, süregelendir.
Zarif ise hoş gözükür, içi de dışı da bir. Yapmacıksız. Asil. Şık! Ama genelde aristokraside kullanılır ya hani, son derece yanlış bu işte. Oysaki zarif kendini evrensel görür yine. Hakettiği yalnızca "üsttabaka" değil, herkestir. Harekettir, duruştur, dokunuştur zerafet. Herkestedir yani. Herkeste olandır. Ama gelişmeye açıktır hepsi. Gelişimle alakalı, doğuştan olsalar da. İnsan da doğuştandır ya hani. Doğum tarihi belli olmayan ama genel kabul görmüş kelimeleri öğrenir ve kullanırlar ya hani bu süreçte. Aynıdır her kavram herkesçe farklı yazılsa da. Duygu ve düşünce bütünlüğü bir kelimeler silsilesinde bulunur ya hani bi literatürde. Bulunmuşlardır bir kehanette ve adlandırılmışlardır. Oysa sorsanız, zarifin zerafetten haberi var mıdır, latifin letafetten peki?!

İsim koymayı seviyoruz ve her şey de bundan yeterince ve gerektiğince nasibini alıyor şüphesiz. Kuşkusuz, hayvanlar, bitkiler, sebze ve meyveler neseneler, objeler, insanlar, gezegenler.. Her şey buna dahil. Geniş bir yelpaze. Gelin görün ki adları konulacak şeyler gerçek adlarından yoksunlar! Gerçek isimlerini bulamamışlar, bihaberler ve bulamayacaklar da..! Asıl şey'lerin adlarını koyamıyoruz hâlâ... Neyse ki bildiklerimiz üzerinden gidiyoruz en azından! Naif, latif ve zarif... Belki birbirinden bihaber, birbirlerine biçare ancak kuvvetli bi bağ var aralarında, ayrılmaz, takdir edilesi... Üçü de aynı hikayedeler halbuki! Kaptırmış gidiyorlar, dünyanın da hoşuna gidiyor bu sonsuz seyahatleri... Muammadır anılacakları zaman da, hangi zamanlarda belki kimlerin dilinde... Ebediyetle.. Kalıcıdır çünkü, baki. Belki basit bi çeviri... Ama üç kardeş. Masumane, güçlü, sağlam, hem hassas hem dayanıklı, çetrefilli belki ama sonsuza dek birbirlerine kenetli...
Muhabbetle dolu günler,
Murat.

27 Temmuz 2012 Cuma

Öptüm Çokça, Kal Hoşça!

Hayatımda olmanı o kadar çok istemiştim ki oysa
Hayatında olmayı...
Düzenin içinde bi düzen kurmayı
Tamamen masumane, tamamen içten
Ama bize ait...
Bir evde de biz olmayı
Tek yürekte atmayı istemiştim
Sevgide dolmayı, aşkta taşmayı
Yerinde taşlamanı sevmiştim

Şimdi kal sönük bir hayalde
Silik bir dünya kur kendine...
Renksiz, derbeder...
Kal orda, kısmetini kapa!
Önüne geleni al ister
İster nasibini tep geri
Ama bana dokunma
Bin yaşa!

Tatlı su kahramanı ol ister başkasının hayatına
Acı su kurnazını oyna ister alışıldık dünyalarda
Sen seversin...
Dünya tatlısı derdin ya bana hani
Şimdi bal dök, parmağını yala...
Bal tut ya da ağzınla kuş, ister avucunu yala!
Hayatımda olmanı istemiyorum
Hayatında olmayı...
Karelerimiz ayrıldı hayattan, pasta payını ayırdı
Ortakçıyı bilmem ama yalnızlık seni çağırdı!

Gölgelerine sahip çık bundan böyle...
Eğlen, coş gönlünce; anı yaşa!
Satır aralarında da bulamazsan beni...
Öptüm çokça, kal hoşça!
Temmuz '12                    ç. kalem

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Ben Nerdeyim, Biliyor musun?

Ben nerdeyim biliyor musun?
İçtiğin çaydayım, kahvedeyim bazen
Koyulaşmış sohbetindeyim
Demini almış uykundayım çoğu zaman
Kokunu almış yastığında
Hayalindeyim, zihnindeyim duygularını deşen
Gülüşündeyim, en derininde
Anılarını andığın vaktindeyim, yaşındayım
Bazen gözyaşında ama kalbindeyim
Oradan geçen yaşında...
Uykusuzluğundayım
Sabahın üçündeyim bazen,
Hatta sabahlamaktayım
Akşamdan kalmayım
"Son dansı bana sakla"nın sözlerindeyim, ritminde...
Sana seslendiğim sözcüklerdeyim,
Başkaları onları kullandığında seçtiğin algındayım
Yargında, kazıdığın hafızanda...
Alışılmışının dışındayım, sıradışında, sıkılışında
Hep yılışındayım belki ama mutlaka umut taşıyışında
Direnişinde, sonuna kadar...
Bunun farkında olmandayım, kazıdığın hatıranda...
Bundan sonraki yaşamında da algındayım, farkındalığında
Günbatımındayım, kahkahandayım
Dağınıklığındayım,
Aklına geleni yapışında, plansızlığındayım
Yalnızca ikimizin bildiği muhabbetindeyim, esprindeyim
Hayallerimizdeyim...
Günün her saatindeyim,
Aramızdaki yedi dakikadayım bazen
Belki bir sene sonrasındayım belki bir dakika ilerisinde
Yaşla anacağın anındayım...
Umutla bakacağın hayalinde
Sevinç gözyaşındayım,
"Çok yaşa!"ndayım!, "Pardon"unda,
Yazdıklarında, okuduklarındayım
Mutlaka iyi bak ama! Göreceksin...
Oralarda bi yerdeyim işte, hemen yanı başında
Bardağın ağzındayım her gün su içtiğin, dudak izlerindeyim
Şişenin dibindeyim ya da ne bileyim
Eve girerken görmediğin ayak izinde
Ölümsüzleştirdiğin sevgiye sahip kazıdığın yüreğindeyim, en derininde
İçinde saklanmaktayım
Hissetmekteyim, hissettirdiğin için...
Sevinçle, mücadeleyle ve umutla yaşayacağın hayatındayım...
Temmuz '12     ç. kalem

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Entellektüellik Açılımı


Hayattaki kavramlardan bazen soğur insan; bizatihi ya da çevresel-toplumsal algıdan. O algının bakışından sıyrılamaz, soyutlayamaz kendini. Kaptırmıştır sürü psikolojisine, gitmiştir izinden artık. Taraf tutar gibi, avukatı gibi savunur sonuna kadar. Heleki o toplum at gözlüğüyle bakıyorsa bireye de yazık olur tabii! Türkiye'de de entellektüellik kavramının tartışmaya açık bir kavram olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Aynı zamanda kullanımının da yanlış olduğunu, kavramın içini doldurmadan, yüzeysel geçildiğini söylemek isterim. Nedir entellektüellik Türkiye'de? Şekildir. Tamam, şekilci bi toplum olduğumuz doğrudur!(Özellikle dışarda bakkala bile gitsen pijamalı ve takımlı halinden hangisine saygı vardır-gerçi ardalanı tamamıyla maddiyata dayanmış olsa da-bunun en klişe belki ama en açık ve net örneği!) Farzedelim ki dışarıda bir bey gördük. Toplumca "teke sakalı" diye de ifade edilen top sakalını bırakmış, ağzında pipo, gözünde çerçeveli gözlükler (siyah tercih), boynunda fuları kafasında "Paris ressamlarının şapkalarından"... Çizebildim mi kelimelerle o imajı kafanızda bilemiyorum ama az çok böyle insanlara direkt olarak yapıştırılır bir "entel" damgası. Bu gerçekten gerçek entellektüellere hakarettir. Şekilden ibaret değil. Bu kavram bu kadar yüzeysel değil. O zaman ben de yukarıda saydıklarımı alır takar takıştırırım, çıkarım piyasaya. "Entellektüel" denilmesini istiyorsam şayet..

Ancak entellektüellik dış görünümden ziyade içeriğe bakar. İçeriğinde de hatta ne yapar bu "enteller" Türkiye'de? Sergi gezer, sinemaya-tiyatroya gider, operaya gider, sıkcı bi şeydir işte! Kitap okur, yazar, çizer. Entellektüellik evrensel bir kavramdır oysaki. İçi derin, içi geniş... Bilgi ister, tecrübe, emek... Hep içi dolu şeyler ister. Var olması, süreci bi emektir zaten. Süreçte alabildiğince tecrübe vardır. Bilgi zaten esastır. Bilgide de bir tanımı alıp "hıh, budur işte!" demez. Üç / dört farklı tanıma göre harmanlar, kendi tanımını oluşturur. Yalnızca tek tarafı dinlemez karar verirken, tarafları dinler karşılıklı, eşit sorularla ve tatmin edici cevaplarla. Artı eksileri değerlendirip ona göre karar verir. Hemen karar almaz ayrıca. İstişare eder, danışır. Olumlu-olumsuz özellikleriyle... Tüm bunlar varken, yalnızca şekle bakmak gerçeklerine hakarettir. Dışlanan bir gruptur çoğunlukla. Çok bilmiş, ukala olarak addedilirler. Ancak, bu kadar basit değil. Kendini geliştirir. Öyle eleştiriyi yerine göre yapar, her seferinde değil. Özentileri de çoktur! Ayırt edilir böylece bu yolla. Her şeyden az az da olsa can alıcı noktalarda bildikleri fazladır. Hayat bir öğrenme süreci demiştik ya hani eski yazılarda, entellektüeller ise acı patlıcandır. Pes etmezler öyle kolayca. İçi doludur bu kavram, yineliyorum ki yüzeysel değil. Zihin gücü ister, birikim. Şekilden ibaret değildir. Yaşam felsefesidir. İçinde yaşanandır. Geniş yelpazeli düşünceler sisteminin içindedir. Değerlendirir. Toplumun ihtiyacı var onlara... İnanın!

Keşke herkes az biraz entellektüel bilgi birikimine sahip olsa. Güzel cümleler kursa, akıcı konuşsa. Bilgi yarışmalarında en basit sorularla rezil olmasa en azından! "Bilmemek değil öğrenmemek ayıp" ilkesinde hareket etse. Herkes entellektüel olsa. Öyle alaycı, dışlayan, hoşgörüsüz insanlara kalmazdı meydan! İnanın! Bireye zerre saygı duymayan, çok bilen çok yanılır türden cahil bilge(!)lere kalmazdı hayat. Ayrıcıların dünyası olmazdı en azından! Ancak insanlarının olaylara at gözlüğüyle baktığı dünyada tatmin edici olmayan, yüzeysel kavramlarla olaylara, şahıslara veya nesnelere yaklaşmalarına mahkumdur içinde bulunduğumuz zaman. Dolayısıyla bu kavramı da bildiğiniz gibi kullanabilirsiniz. Hangi düşünceye açığız ki, bildiğimiz okur dediğimizi yaptırırız! Kaynağı ne idüğü belirsiz şeylere de inanır kendi literatürümüzü kendimiz oluştururuz. Daha iyi! Bakmayın siz bana! Atıp tuttum işte kafadan gene gecenin bi vakti(!) Hea! Aklıma gelmişken, çaldığımız ne viyola ne keman ne def ne ney ne mızıka ne de saz! Blok flütü geçtim, ıslık bile değil! ÇALDIĞIMIZ her zamanki gibi.. DÜDÜK!       
(Resimdeki çocuk da köpek de "entel"(!) buarada. Bi bakışta anlarım(!))
Saygılar,
Murat.

20 Temmuz 2012 Cuma

Cıs!

Bugün tebrikle başlamak istedim yazıma. Geçen hafta dünya evine giren arkadaşlarımı bir kere daha tebrik etmek istedim huzurlarınızda, buradan. Sevgili Kader ve Murat'a... Mutluluklarla örülü bir hayatta ilerlemelerini temenni ederim, her şeyin gönüllerince olduğu. Beraberken hayaller daha da güçlenir, birlikte kurdukları hayallerin de en yakın sürede gerçekleşmesi dileğiyle...

Yazılarıma soluk kazandıran şiirlerle devam ettirmek istiyorum sonrasında. Malumunuz, yazılar uzun metrajlı. Şiirler de öyleydi sıklıkla ancak ne kadar uzun olsa da yazıların yanında cüce oluveriyorlar. Bu yüzden bir duraksama olsun, biraz medeni cesaret biraz da nefsi müdafa! İster verimsizliğime verin ama dokunulmasın işte kalpten çıkan duygulara... Kalsınlar oldukları gibi karalamada, siz dokunabilirsiniz istediğiniz kadar onlara! Şimdi biraz aç sesini, biraz kıs; biraz sırtını sıvazla alkış tut kendine, biraz kız, biraz cıs!

"Aşkın geçtim türlü hallerinden...
Aşıklarımınsa gözünü çıkarırım sonunda ama oymam!
Zevk alırım bazen, bazen yok sayarım, doymam!
Duymazdan gelir kalp, görmezden gelir gönül, bilmem numarası yaparım...
Her omuza da başımı koymam!

Düşmanım düşmansa, uyumam...
Hayatın en dişli rakibiyim, evet, uymam!

Hayat mücadele sever; bi yen, bi yenil...
Aşk mücadele ister bazen; bi sert dur, bi eğil...
Kelimeler azdır ya bazen, suskunluk anlatır her şeyi, çoğu kez...
Hayaller kırılır, kalp öyle bazen ama vedalar zaten bana göre değil..."     'ç. kalem Temmuz '12
İyi haftasonları,
Murat.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

< Nemrut & Pollyanna >


Kim ne derse desin, hep alışmışız. Hep hazır beklemeye, hep ayağımıza gelmeye, önümüze konmaya. Merhum anneannemin dediği gibi "İpliğimi takıveren olsa, iğnemle dikiveren olsa..." hesabı alışmışız hazırı elde etmeye. Üretim sıfır, tüketim maksimum boyutlarda. Neden? Çünkü üretimde emek var, çaba ve gayret, belki biraz yetenek ve maharet, azim belki hırs, bayağı da çalışkanlık, başarı, hamaratlık var.  Kaçış noktamızda devreye giren, irademizi hakim kılan ve karşısında yenik düştüğümüz şey ise üşengeçlik. Her şey hazır..oh gel keyfim gel. Ekmek elden, su gölden, uyku Allah'tan, şans talih kader kısmet, inşallah maşallah hoppala! Aklın var fikrin var, duygun ve düşüncelerin var. Hatta yaşama dair çoğumuzun birikimi, tevrübesi var. Hikayelere masallara da alışmışız hep hazır. Dedemizin dedesinden beri aynı masallar dillere pelesenk! Ne bir yol katetme ne de bir geliştirme. Ancak kulaktan kulağa aktarılırken malum değişmeler söz konusu! Masal veya hikaye yazmak bana düşmez ama en azından üretim adına hayal dünyamıza insek ve varolan kahramanları biraz gelişmeye zorlasak! Mesela somurtkan, beğenmez, kibirli, burnu havada, zalim Nemrut ile hoşgörülü, çiçekle böcekle arkadaş, iyiliksever, peri masallarının insan dünyasına odaklanmış versiyonu Pollyanna gelse karşı karşıya! Aynı dünyadalar zaten. Farklı bi şey yok ortada! Aynı dönemlerde birbirlerine aşık olma ihtimalleri ne olurdu diye bi tahmin yürütmek isterdim. Zıt kutuplar birbirini çeker derle ya hani. Büyük aşklar nefretle başlar filan. E, Nemrut da nefretin bataryası! "Zulümün Kralı" var! N'olurdu? Bir etkileşim tabii akabinde kim baskın gelirdi! Düşünün Pollyanna ağır basmış ilişkide. Nemrut'la birlikte çayır çimenlerde börtü böcükle konuşup çiçek topladıklarını. Nemrut'un en ufak şeylerle mutlu olan kızımızı dizine yatırıp yüzüne şarkılar söylemesini, papatyalardan taç yapıp takmasını... Nemrut baskın gelirse de Pollyanna'nın vay haline olurdu. Meşhur şarkıcımız Alex'in yakınlarda çıkardığı single'ı "Depresif Pollyanna''a ilham olacağı muhakkak bir yana, o böcekler zifiri karanlığa bürünen zindanlarda yalan dolan olurdu. Görürdük o zaman onu, yılanla çiyanla ahbap olurken o zaman(!) Kaderi değişirdi, bambaşka bir senaryoda bulmak kendini kolay mı öyle. Tabiatına, fıtratına aykırı bi'kere! O zaman görürdük zalim hayat karşısında bile mutlu duran, küçük mutluluklara yelken açan hayatlardaki Pollyannacılık oyununu. Ali Cengiz oyununa dönüşüverirdi birden! Ne dayancakları merkez kalırdı ortada o zaman, ne inanç sistemi. Hepsi çöktü bitti. "N'oldu?" sorusuna duyulan öfekenin biri bin para olurdu o vakit! Pollyanna'yı kurtarmaca en kötü, şantajla mutlu sona bağlamaca filan. Bi'şeyler çıkardı muhakkak canım. Sahte mutluluklarla bir prens gelir kaçırırdı hikayeden zalim kralımızın elinden. Ama bir düşünseniz ya birbiriyle bağlantısız iki zıt karakter aynı karede! Bir tarafta temiz yürekli Polly diğer yanda asık suratlı, mahkeme duvarlı Nemrut! Biz şu halimizle arada mütareke yaratırız ikisi arasında ayrı, hayat mücadelesinin içinde, bir de onlar uğraşsınlar! Hep biz hep biz, biz çektik onlar da çeksinler, bakış bu! Değil mi ama?! Araya bir de Murphy girerdi hatta! Başlasın kaos! Eşkenar üçgen olurdu hatta bunlardan, güzel, izlemesi keyifli! Murphy, yasalarıyla ikisini de harcardı belki filmin sonunda, romanın ortasında. En kötü Pollyanna'dan Nemrut'a gelen bir ağıtla biterdi! Hayatın olmazsa olmaz üçgenini kuracakları kesin ama. Yasaklanmış bir aşk üçgeni! Tükenmeden alın, çıktı tüm müzik marketlerde, soğuk su ile okunması tercihimiz, çok yakında sinemalarda! Yürekleri dağlayan "Kestik..."ten  "Üç iki bir Kayıt"a uzanan deli bir hikaye! Aşk, entrika, ihtiras, intikam hepsi burada, bir arada! "Nemrut, Polly & Murphy"...

Magical Purple Clouds

Love is magic all around the world in fact
Magic is supernatural of perfect!
Like talismanic ring, tailed bird or hourglass sands
Whatever it will always go on like a waltz

There are loving each other but was unable hearts
This is not consolation, only good wishes, the most robust
This potion cannot be finished without us.
I am already with you all over the world

I follow you step by step, in every story like a shadow
This story does not end without you or us my hero
I cannot let another story for you to be a hero
Our happy ending is another life, maybe, in this story!

Hey puppy, kitty, pumpkin, honey or how is calling you!
Pray for us, our hearts are already together, towing eyes
Courage cannot beat love cause love is courageous
Magical purple clouds are already with us

Look fabulous!
Stimulates the
heart, such as jazz music, you love another!
If the comet falls in the sky,
we meet
with you there...


All the best,
Murat.

Şiirin Özü / 7

Benim kendime göre bir dünyam var
Orada seni ister yaşatırım ister öldürürüm!
Ama dokunmana izin veremem
Şimdilik başkahraman olsan da ne zaman figüranı
oynarsın, bilemem!

Sen belirlersin tabii bunu da...
Seninle ilgili kararlara karışmam, sen verirsin
Biçersin değerini, sözleşmeye uymak kalır bana da!
İster gerçeğine yer veririm ister uyarlamana...

Kendime göre bir dünyam var benim, seninle olurum orada...
Orada hayaller kurarız bazen ikimiz, bazen kurarım ikimizin adına!
İster yaşarsın mutlu oluruz tek celsede
İster ne yaşına bakarım ne göz yaşına öldürürüm bir kör kurşuna!
ç. kalem  '12

Yaşam Bahçesinden

Eskileri bir bir elinden alınca hayat
Ne yaşayası kalıyor insanın ne yaşama isteği
Eskilerle bağı kopardığında zaman
Uçup gidiyor işte yaşama hevesi...

Ne mahalle bakkalı duruyor yerinde
Ne huysuz Osman Amca bekliyor bize kızmak için
Renkli frizbilerler bile soğuk bakıyor artık
Yok eski sıcaklığı hiçbir şeyin!

Yeniler bi kenara, sermayeden yiyince hayat
Daha bi küskün duruyor insan onun karşısında!
Yitirdikçe günden güne özlem duyduğu sevdiklerini
Ne mecal kalıyor ne takat; alıp götürüyor yaşama sevincini...
ç. kalem              11.07.2012

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Sizlerden Gelenler

Bu kez daha bi zengin olsun istedim yazının. Her zamankinden biraz daha farklı, bol çeşnili, farklı tatta. Farklı renkleri biraraya getirerek sunmak istedim ki gönülden bir bağdı bu. Tıpkı anılarla tebessümler-gözyaşları, sevgiyle şefkat-merhamet, şarkılarla sözleri-ritmi gibi. Bir gökkuşağıydık, geçişlerimiz birbirine uyumlu ve sımsıkı kilitli. Ne gökyüzünde ne de yeryüzünde kendi açtığımız yüzde, yüzümüzde buluştuk(!)

Geçmişe yönelik paylaşımlar olur, fotoğraflarda gülersin gözlerinin içiyle, elinde bi uçak olur kağıttan ya bezden bir bebek. Ağzında çikolata izleri olur bazen, konuşmasan da "az önce bitirdim" diyerek... Hayatın zırvalıklarından ve acımasızlığından törpülenmemiş bi yürekle mütemadiyen teneffüs zilinin çalmasını dileyerek...
"Size sözel saldırı yada eleştiri yapıldığında korkmayın.yalnızca ahlaksal olarak zayıf kişiler böyle durumlarda kendilerini savunma ve ötekilere anlatma çabası içine girerler.bırakın sizin için,yaptıklarınız konuşsun.biz başkalarının bizim hakkımızda oluşturdukları izlenimleri kontrol edemeyiz ve böyle bir kontrol çabası içine girmemiz bizim karakterimizin değerini düşürür.dolayısıyla eğer birisi size belirli bir kişinin sizinle ilgili eleştirel bir şekilde konuştuğunu söylerse sıkıntılı bir tavırla mazeretler ileri sürüp kendinizi savunmayın.yalnızca gülümseyin ve "zannederim bu kişi benim başka hatalarımda olduğunu bilmiyor,bilseydi bu kadarından bahsetmezdi." cevabını verin." Epiktetos   
<<Fatma Songül Güven >>       
                                                                                                             

Hoş bir şiirdir bazen hayat. Kalpte bıraktığı iz kadar derindir yaşattıkları. Anlamı kelimelerin elverdiğince yeterlidir ama çoğu zaman yürek kadar olmaz! Sevgiliye hasret duyuluncaya kadar çaresiz, vuslattan sonra dahi yetersizdir çoğu zaman. Ama en güzelidir ne olursa olsun aşk. Sonucu güzel, bi o kadar da olgun... ve ne olursa olsun vazgeçilmez bir köprüde sağlam örülü taşlardan bir dostluğa uzanır bizimkisi... Eski tanışırız biz onunla; anılarda da varız, pek çok hayat makinesinin çektiği karede de. Sırlarımız, ümitlerimiz, dertlerimiz. Ayrı da olsak aynı köprüde buluşur adımlarımız, aynı çizgiden ilerleriz işte!
"Sen ki görebildiğim gözüm...
Nefes alabildiğim havamsın...                                                  
Dokunabildiğim elim...                                                               
Hissedebildiğim yüreğimsin...                                           
Sen benim özüm, aşkıma verdiğin sözümsün...                        
Meydanlarda hakkımı aradığım davam...
Dağ başlarında esen yelim...
Yüreğimde filizlenen kır çiçeğimsin...
Ararken seni sokaklarda çaresizce...
Son anıma kadar kaybetmediğim tek umudumsun...
Doya doya sevemediğim...
Sabah uykuma doğan bahar güneşim...
Benim tek yaşama sevincim...
Bir ömür devam edecek hayat mücadelemsin..."
<< Ulaş Karabulut >>
                                                                                                            
Kiminle ne zaman karşılaşacağını bilmeden umarsız, ayarsız, amansızdır zaman. Hayat zamansız! Zaman sadece insanların ortak kanıya vardıkları bir sözleşme bir akit. Dostluğun anılarda buluştuğunu, zamanın sadece bir göstergeden ibaret olduğunu söyleyelim o vakit. Derin, kalbî ve samimi birilerini ararsınız ya hani bazen. İşte öyle biri de vardır aslında, karşınızda aynayla konuşurmuş gibi maskesiz, şeffaf olursunuz. İçten muhabbetle alır götürür sizi bir öyküye, bir şiire, bir söze. Hep virgüldür, hep uzun, dedim ya süresizdir zaman, zaman gibi gözükse de, sonsuz bir dostluktur, muhabbettir esasında uzuuunn...
"Bir akşam üstü hayali. uzun zaman sonra. aksi, düşman bir duygunun aklımda yerleşik hayata geçişine bakmak uzun uzun. yoo ağlamak değil bu. vazgeçmek; kurduğum hayallerden, yazamadığım hikayelerden ve gidemediğim ülkelerden. kendimle kalmak bu kadar korkuturken, yeniden tek başınalığımın hayalini kurmak işte. yaşamak, ama yaaşdığını bilmemek. şimdi bir anahtara ihtiyaç var. tam benim kadar. hep yanlış olan ben olamam değil mi? yolunda gitmeyen her şey benim parmak izimi mi taşıyor yani, hayır katılmıyorum buna. zaten epeydir yaşama da katılmıyorum. bir mesaj var beni mutlu eden, unuttuğum sevinmiş ruh halime döndürerek, toparlan der gibi bana, kimliksiz uzun bir vakitten sonra; sana ahu dudu reçeli yaptım, diyen. bana kimse ahu dudu reçeli yapmamıştı. ben ahu dudunu sever miyim, onu bile bilmiyorum aslında. sevdiğim az şey kaldı, onlar da ne olursa olsun eskimediklerinden seviliyorlar hala. hep yüzüne bakılır, hep eli tutulur şeyler oldular yani. evet içinde çok fazla bunalım var gibi duruyor bu yazı. aslında sadece birbirine benzeyen çirkin günleri kovalıyor kelimelerim. pusula olmadan istediği yere varabilir mi insan...? ama olsun kelimeler varıyor işte. bilmiyorum nasıl buluyorlar yollarını. ne diyordum bir akşamüstü hayali. ama biliyor musun bazı hayaller kurulamıyor. yapamıyorsun. neresinden tutarsan tut, elinde kalıyor tozları. eee ne anlattı bu yazı o zaman. artık kaçmak istemeyen, bütün dertlerine çözüm arayan bir kadını. gitme isteğinden, kaçma fikrinden yorulmuş bir hikayeyi. ben zaten ne söylersem söyleyeyim, sen anlarsın beni. keşke diyorum, oturup karşısına sessizce durduğumuz ve o an o sessizlikte bizi derinden anlayan insanlar çoğalsa, daha az yorulmaz mıyız dersin? şimdi içindeki eskiciye, yalnızsın işte, sevgiden tuğlalar da yok diyen birine dönüşmüşken ben, güneşli günler için hala inanıyor içim, yani hala aynı ayarda. bakma sen, ben bağırıp duruyorum vazgeçmişliğim yüzüne, al işte kazandın, al işte senin olsun bu hikaye diyerek, o duymuyor ama. neyse yeryüzü yordu beni. gökyüzü korkutuyor. dünyanın ortayüzü yok mudur? ben keşfederim belki, olamaz mı. tamam kurdum işte hayal. akşamüstüne daha var üstelik. hem ben gökyüzünü/göğü kaldırırım sen yeryüzünü süpür. sonra ortasına bir yüz ekleriz kalemdaşım, cancazım, ne dersin?" << Elif Yılmaz >>           

                                                                                                          
...ve bir kahkahadır uzunca süren, başımızdan geçenler bi kenara dursun zaman eskitemez anıları, çürümeye yüz tutmuş olsa da tamamıyla, var gücüyle direnir. En küçük detayları bilen bir sen varsındır bir de o. Başka birine anlatsan anlayamaz, kaçırır espriyi. Tadı onunla güzeldir ki paylaşımın kendisidir esasında. Yanılmayan, yenilmeyen ve yıllar geçse de hiç eskimeyen bir muhabbettir, dostluktur sımsıkı bağlı. Kopmayan, yediğin içtiğin bir, derdin tasan pir olsa da bir'likte yol aldığın zenginliğindir.
"Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır." Mevlana
"Başarının dört şartı; bilmek, istemek, cesaret etmek ve susmaktır." Axel Munthe
"İmkansızlık yalnız sersemlerin sözlüğünde bulunan bir kelimedir." Napoleon Bonaparte
"
Hayatta ya tozu dumana katarsın, ya da tozu dumanı yutarsın..." Aldous Huxley
"Çok bilen çok yanılır." Recaizade Mahmut Ekrem
"Kaplumbağaya dikkat et! Ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebilir." James B. Conant
<< Dilay Ören >>


Emeğiniz, yüreğiniz, dostluğunuz ve desteğiniz için teşekkürler...
Gönüldaşlığımıza,
İyi ki varsınız!
ve mutlu kıldığınız için bir kere daha teşekkürler,
Muratça.

6 Temmuz 2012 Cuma

Loş Işıklı Hayaller

Dolaştım durdum tüm gün
Bana vaat ettiğin cümleler içinde
Kendime bir şey biçmeye çalıştım
Bilmem, belki ağzıma yüzüme bulaştırdım her zamanki gibi, yine!
Gezindim vedalaştığımız son bakışlarda
Bıraktın benimle beni, baş başa…
Hani şarkıda da dediği gibi, yanlış kalplere bıraktım kalbi,
her birini, tek tek, sile sile…
Dalarım loş ışıklı hayallere,
sevenim artacaktır muhakkak,
öldükten sonra daha çok sevileceğimi bile bile...
ç. kalem  Haziran '12

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kedi Olalı Bir Fare Tutmak...

Fareli köyün kavalcısı ortaya çıkmadan vardı fare, köy ve kaval. İsimlerinin nereden, kimden aldılar ne ben sorayım ne de siz sorun! Sorun! Ancak üç farklı daldan isim de bir araya gelerek bir hikaye oluşturdular. Bir bütünü... Tıpkı hayatta hiç yanyana gelmesine ihtimal verilemeyecek şeylerin olması, gerçekleşmesi gibi. Hoş, hiçbir  şey tesadüf değildir genellikle, hep derim ya hani "her şey olması gerektiği gibi..." Hep bir sınıflama içerisinde yaşıyoruz. Kıstaslarımız, kısıtlamalarımız var kendimize göre. Limiti aşmıyoruz istikrarla. Haliyle ya yerimiz de sayıyoruz ya alışkanlık haline getiriyoruz bazı şeyleri ya da alandan diğerine geçerken küçük, minnacık bir kayma oluyor en çok. Fazla değil, öte sayılmaz, aynı blokta. Yaşamı bir tabak farzedersek şayet, içine salatanın tüm malzemelerini doğruyoruz. Başka bir sınıftan olan baharatı, tuzu biberi, yağı, limonu, sirkesi kalıyor yani anlayacağınız! Yani tadı! Ya da tat destekleyicileri... Yüzüp yüzüp kuyruğuna geliyoruz bazı şeylerin, sonra bir caymaya kalıyor iş bir vazgeçişe terk ediliyor meydan. Meydan okumak yerine, hodri meydan koşmak yerine bildiğimizi okuyoruz en fazla! Dediğimiz dedik çaldığımız düdük, "bindik bi alamete gideyos gıyamete!" diyoruz sonrasında. İyi, mademki hepimiz gidiyoruz kıyamete tamam da yanımıza alacaklarımız var bu dünyadan! Çalışmak, bi yerlere tutunmak, başarımız, ahlakımız (yalnızca dini değil tüm alanlardaki ahlak, adap), vs. Saymakla bitmiyor yani! Üzerimize düşenler mi diyeyim devrilenler mi? Görev, ödev, misyon. Adını siz koyun, mümkünse "Feriha" dışında! Hani "bunu saymıyoruz yine bekliyoruz"du! Bal gibi sayılıyor, sayılmasa bile sıralanıyor ister istemez kapınızda. Yaptığın yanına kâr! Koyun, kuzu saymaktan da hallice...

Bir işi tam yapmayı öğrendik mi iyi, hoş, hayat güzel bize. E, haliyle sevenlerimiz ve sevdiklerimize de! Ancak o işi bir ucundan tutup diğer ucuna getirene kadar anamızın ağladığını hissettiğimiz için ağlatmayıp işten kaçarak duyarlı, hayırlı bir evlat olmayı yeğliyoruz çoğu kez! İşi yarım bırakmayı seviyoruz çok kez bu yüzden! Veya doymuyoruz. Bir işten başka işe sapıyoruz filan. Maymun iştahlıyızdır da az biraz yani. Ayrıca bazen umursamaz, vurdumduymaz, varyemez, yok demez! Çekilmez!!! Biraz özdisiplin, özdenetim, kontrol gücü ve otorite şart diye düşünüyorum, kendini toparlamak adına devreye giren. İnsan o zaman pek çok şeyin üstesin de gayet de sağlıklı ve verimli bir şekilde gelecektir.

Kayahan'ın 90'lardaki hitlerinden bir aslan hâlâ miyavlamaya, minik fare de kükreme geleneğine devam etse de 2012'de bile sorumlu bir kişinin kıvrak fareleri bile tutacağını düşünüyorum! Kıskıvraklığıyla. Ancak fareyi tutmadan önce tüm sorumlulukla birlikte konuya hakim olması, olaylara vâkıf olması da gerekiyor kişinin. İnce elemek ve sık dokumak kişiden kişiye göre değişse de özgüven, cesaret ve kaçınılmaz bi çatlaklık hep işe yaramıştır. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelince bırakmak yerine üstüne gitmek kadar'sına işe yarayacak kadar her birinden bir serpmeye sahip oldun mu değil fare kediyi bile yakalarsın! Hatta fare ağzındayken! E, fare bu! Mickey Mouse değil! Tamam, yine cozutmadan sonlandırmaya geldi sanırım.
İnsan üstüne güç yoksa doğada, hiçbir şey engel değildir kaçışta irade kılmadıktan sonra!
Sevgiyle,
Murat.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Enerji Kesinlikle Bulaşıcı!

Bilmem bilir misiniz ama siz kendi hayatınızı yaşarken mutlu bir şekilde, o anı unutmazken, tadı damağınızda kalırken; birileri yaşadığı aynı an içinde zamandan nefret ediyor, yaşadıklarından tiksiniyor belki de ağlıyor. Nasıl bir denge üzerine kurulu bu dünya? Zaten anlamış değilim, anlayacak da ancak eğer küçük bi olasılık da anlasam, anlama yetimi geçtim bedenim şu dünyada kalır mı silinir mi fail-i meçhul, muamma tabii... Belki en sevdiğiniz an başka birinin de mutlu olduğu bi an. Belki de en üzücü anınız başkasının da en kasvetli zamanı! Kimi hüznü yaşarken kimi neşeyle bakıyor hayata, andan bir an daha çalarken; kimi ise coşkulu bir şekilde sürdürürken bir anını kimi lanetleyerek geçmesini bekliyor! Tek bir bilinendir ki herkes hemen hemen her duyguyu yaşıyor! Zaman geniş, hepsini tattırıyor insanoğluna. İyi kötü hepsiyle davranıyor sana! 

Bazen muhabbetin en tatlı anını bölensindir bazen hikayenin başkahramanı olarak anlatılırsın tanıdığın başka birinin ağzından. Bazen tanımadığın biri seni betimleyivermiştir muhabbetin bir kısmında bir başkasına, seni bilen derinden tanıyana! Bazen zirvesindesindir konuşmanın, o kadar tatlı anlatıyorsundur ki hadiseleri, dinledikçe dinleyesi gelir insanın. Bazen en kahkahalı ortamın kıyısındasındır, suskunsundur olup bitene, dalıp gitmişsindir ruhun tebdil-i mekan içinde!

Kimisi enerjisini havalardan alır. Güneşliyse hava, ayrı bir lezzettedir. Bulutluysa, o da bulutludur, üzgündür. Yağmurda sağnaktır belki de ağladı ağlayacak, karda neşeli de olabilir buruk da. Herkese yansır bu. Genel geçer bir şeydir çoğunlukla. Kimisi gün içinde giydiklerinden alır. O gün ne varsa üzerinde ona göre davranır. Gömlekse daha resmi, tişörtse daha casual, rahat; makyaj, takı, aksesuarlar ve renkler de etkilidir bunun üzerinde! Kimisi bendeniz gibi üzgünse dışavurumunu sıcak renklerle tamamlar; turuncu, kırmızı, sarı tercihimdir belki biraz pembe... İyi hissediyorsa koşar imdada; mor, mavi, yeşil, gri... Nötr de olabilir kimi zaman beyaz, siyah falan filan. Kimisi paradan alır enerjisini. Çok önemsiyorsa, maddiyata çok düşkünse varsa iyi, yoksa kötüdür gün içinde. Sinirli, morali bozuktur, fevridir hareketlerinde! Varsa da ne âlâ. Peşkeh çeker, seni pohpohlar enerji patlaması yaşar, yaşatır mübarek! Kimisi de afyonu hergün patlaktır! Sabah uyandığında bile şarkı söyler, uykusunu alır sıklıkla, ihmal etmez ama nolursa olsun yeni bir gündür, dün unutulmuş, silinmiş yerine göre! Kimisi de n'aparsa yapsın, mutsuz, üzgün,yorgun hisseder kendini. Ağır bir savaştan çıkmış kadar harap ve bitap.. Yenilmiş duygular, devrilmiş arzular, yıkık bir hayalgücü. Gücü bile olduğundan şüphelidir, hayalgüçsüzlüğü... Üşengeç tavırlar, ürkek adımlar... Soğuktur, buz gibi! İter bazen insanı, pozitifse karşısındaki. Fotoğraflardan bile sezilir o genel duruşu!
 
Enerji yayılır ister istemez. Etki-tepki! Dünya bir döngü! İletişim zaten döngüde bir parça! Herkes payına düşeniyle tanışır, payına düşenini yer-içer, konuşur, sevişir, iletişir, payına düşen yerleri görür ve doldurur bir şekilde keseyi, hazineyi! İyiysen o gün, karşındaki kötü bile hissetse iyi hissedersin. Bazen içindeki sevgiden, o iyi hissettiği için onu iyi görmek sana iyi gelir... Bazen diyorum ya işte bir "elektriğe" bakar! Kötüyse sen de bozulursun, canın sıkılır, ruhun daralır hatta hafakan basar, karabasan cozutur, hüzün tavan yapar... Enerji öyle veya böyle herkeste mevcut! Kimisi negatif, kimisi pozitif, kimisi nötr. Genel yapı, insan doğası bi kenara olaya karşı duruş, bakıştandır kastım. Yoksa kimi fazla kullanır kahkahayı kimi sınırlı sayıda. Herkes güler ama kimi bakarken, otururken, konuşması bile gülerektir, gülerek konuşur, dağılır sesi ortama... Hiç bir şeyle alakalı değil bu, insanın içiyle, iç yüzüyle, savaşı, verdiği mücadele, kendi muhasebesiyle, bununla alakalı... Yoksa zaten sahip herkes; bir dudağa, bir dişe... Enerjidir aslolan, yayılan, bulaşan, diğer insanlara ulaşan! O gerçekten bulaşıcı! Hani "güldürebildiğin kadar varsın"dır... Hani insanlar seni muhabbetin dahilinde tüketiyorlardır. Konuşman, bilgilerin ve gülüşün, güldürüşünle tüketiliyorsundur bir bakıma. Şaka değil, gerçekten öyle! Zaten insanlar, aslında bunların yaktığı "sen de o ışığı gördüklerinde", malum "elektriği alırlar" hemen akabinde! Işığı gören gelir sonrasında da yol geçen hanı oluverirsin bir bakmışsın bulunduğun yerden dünyanın merkezine!
Saygılarımla,
Murat.