25 Ekim 2013 Cuma

Facebook Davranışları


Sosyal medya denilince belki de ilk akla gelen sitelerden biri oldu artık Facebook. Şaka maka, internet algılayışımızı, hatta gündelik yaşam tarzımızı bile değiştirir oldu, hayatımıza girdiği ilk günlerden. Herkes yavaş yavaş kaydını yaptırdı ve çığ gibi de büyüdü gencinden yaşlısına. Derken yeni akımlar türedi aralarında. Sosyal moda akımları oluştu örneğin. Oraya videosunu yükleyenler şöhretin kapılarını araladı; bir grup sözler herkesin diline pelesenk oldu. Kültür yarattı kendine. Toplumda da ayrı bir yer edindi, önemlice. İlk başlarda olmayanlar aşağılandı-antisosyal gözle bakıldı, sonra herkes bunaldı bir ara çıkmalar başladı, çıkanlar değerli oldu. Ancak yalnızca dondurulabiliyordu. Temelli çıkılmıyordu, dondurulduğunda da bilgiler silinmiyordu. Derken dank etti ve sorular, sorgulamalar oluştu. "Allah Allah... Nasıl bir altyapıydı bu?"

Yaşamımıza girdiği günden beri bizim içimizde de gelişti. Onsuz yapmadık, onsuz kendimizi eksik hissettik resmen. Günlere vurmuştu damgasını çünkü, hayatımızın tam içine... İletişimimizdi elimizin altında, dünyanın her yerinde ve zamanında bilgiişlemimiz, yegâne habercimizdi. Her yeden erişebildiğimiz, ulaşabileceğimizdi. Taklitlerini yaptılar tabii, her şeyde olduğu gibi ama önüne geçen oldu mu? Elbette hayır. Asıllarını yaşatmaya yaradılar onlar ancak. Zihnimiz boş kalınca, iş arasında, canımız sıkılınca internet aradık hep. İnterneti bulduğumuzda da ilk penceredeki mutlak sekmelerden birine yerleşti, ilk bakılacaklar arasında Facebook. Çünkü yapımıza uygun dedikodu ve doğallımızdaki röntgenleme onda da vardı, hamurundaydı(!)

Yaşama girince ciddi ciddi bizi de değiştirdi. Olaylara bakışımızı, genel bakış açımızı, bazen amacımızı, tutumumuzu ve davranışımızı, kısacası insanlığımızı epeyce değiştirdi. Peki ya değiştirirken geliştirdi mi? Evet kendini epey bir geliştirdi(!) Videolar paylaşıldı zamanla, oyunlar çıktı, like'lamalar oluştu, kapak fotoğrafları ve zaman tünellerinde... derken vakit geçti biz kaybolduk ilk paylaşımlarımımıza, gömüldük gitti... Ciddi ciddi davranışlarımızı değiştirdi, etkiledi. Bizi yansıttı. Öyle bir yansıtmaydı ki bu... Artık on sene öncesinde bulamadığımız arkadaşları, sayesinde bulup bağlantılarını paylaşımlarını beğenerek ya da beğenmeyerek yalnızca takip ederek onun hakkında bilgi sahibi olmamızı ve bunu yaparken ona çaktırmayacağımızı garantileyerek aksetti dünyamıza. Hatta arkadaşımızla buluşacaksak bile uzun bir aradan sonra, fotoğrafını gördüğümüz için doyduk ona daha şimdiden. E görüşünü, görünüşünü ve üslubunu da biliyorduk. Sesini duymasak, elini sıkmasak da olurdu yani... Dokunup da satın mı alacaktık sanki(!) Nefret edip de takip ettiklerimiz de vardı bu dünyanın içinde, sevip çok sevip de ilgilendiklerimiz de. Ama sesszice ve mütemadiyen takip ettik yalnızca. Kayıtsızca... Bir de atıp tuttuk genelde, iletilerimizce.

Sonra yine davranışlarımız değişti. Önceleri arkadaş listemizin kabarık gözükmesi için elimizden geleni yaptık ve hiç tanımadığımız kişileri bile eklediğimiz oldu listemize. Çünkü bireysel algı olarak hissettiğimizde, başkarının bizi arkadaş canlısı, sosyal bir insan olarak anmasını, görmesini, bilmesini istedik. Daha sonra biz yine sıkıldık. Bu kez gerek yoktu kimsenin kimseyi bilmesine ve "bizi bilen biz gibi bilsin" dedik ve tanımadığımız kişileri çıkardık. Hatta tanıdıklarımızı bile eledik gitti. Sonra özelleştirmeler ve yalnızca bizim görebilmemiz gereken ayarlamaları yaptık. Sınırlamalar getirdik profilimize, gereken düzenlemeleri yaptık. Artık, kardeş kanal Twitter'da da olduğu gibi, takip edeni takip ediyorduk, bizi beğeneni beğeniyorduk ve her şey karşılıklıydı. Hatta öyle bir duruma geldi ki doğum günümüzü kutlamayanlara bile kin besler olduk yakın zamanda. Oysa onun bizim doğum günümüzün olduğu gün girmesi gerekiyordu internete, ne yapıp ederek. Profillerimizi, fotoğraflarımızı, kutlamalarımızı beğenmeyenleri bizi kıskandıklarını düşündük, kurduk. Milletçe paranoyak manyak olduk(!) Bizi beğenenler en "yakın" hissettiklerimizdi zaten işte. Onlardı bize asıl yakın, asıl dost. Gerçek dostluk(!)

Birçoğumuz çok zekiydi(!) İş ortamında sevmediği patronunun bile fotoğrafını beğeniyordu, maaşımı belki bu ay yükseltir diye... Çıkarına, menfaatine kullanıyordu Facebook'u tamamı ile. Kimi geçemeyeceği dersin hocasının paylaşımlarını beğeniyordu, yorum atıyordu kendi çapında. Ya bir katkısı olursa, diye... Öte yandan, hiyerarşik düzen, sanal ortama da yansımıştı. İşçiler işçileri beğenir oldu, arkadaşlar arkadaşları; hocalar hocaları beğenir oldu, patronlar patronları. Tabii öğrenciler hocaları beğenirken hocalar yalnızca hocaları beğeniyordu. Statü farkı anlaşılıyordu maddi olarak varlığı olmayan sayfalarda bile...  Ego, kompleks, aşırı özgüven, kibir, nefret, kin, röntgencilik, kıskançlık, hasetlik, fesatlık, görüp de görmezlik, gıybet, dedikodu aldı başını gitti kısa sürede. Kaç ilişki bitti, kaç boşanma yaşamaya tanıklık etti bizzat Facebook. İnternetten aşka inanmayanlar bile Facebook'tan buldu aradı kısmetlerini(!) Sonucu bile bile, gerçeği göre göre gümbürtüye gitti pek çoğu yine. Birçoğu da sayesindeki fotoğraflar iletilerle gerçekleşti(!) Dostluklar, arkadaşlıklar bitti. Devamlıydı çünkü, sıkıldık, birileri hep vardı çünkü, oradaydı nasıl olsa, usandık. Bizi değiştirdi, yap-a-mayacağımız şeyleri yaptık çünkü... İçimizde olup da bizzat gösteremeyeceklerimizi gösterdik belki de, kimbilir. Nasıl olsa fotoğraftaki yüzümüz kızarmayacaktı sonuçta! Fotoğraflardaki yüz nasıl kızarsın hem, değil mi? Sesimiz titremeyecekti bile bazı şeyleri yaparken, utanmayacaktık... Aman, kime hesap verecektik bu saatten sonra zeten? Dışarıda yemek yemeyi sevmeyenler bile sabah restoran kahvaltılarını karelediler, "mutlu paylaşımlarına". İki yüzlü oldular bazıları ve dış dünyada bunu sorgulayacak birine de oradakini yalanlayacak ya da kendi eski tutumunu yalanlayacak kadar yüzsüzleştiler. Hoş, bunu sorgulayacak adam da zaten, ya beğenecekti o fotoğrafı ya da laf olup torba dolduracaktı işte(!) Bize sunduğu imkan, rahatlık, kolaylık ve konfora çok şey borçluyuz Facebook! Sen olmasan ne yapardık, nasıl yaşardık bilmem. Bundan 10 sene öncesinde, internet yaygınlaşmamışken henüz, biz nasıl yaşıyorduk diye sorguluyor insan kendini, bazısı da "nasıl bir yaşamaktı ki bu bizdeki?" diyordu şüphesiz.
Size Facebook'lu yaşamlar efendim.Yaşamın öte tarafında da arayacağız gibi sanki(!)
Kendimizi değiştirecek şeyler arıyorduk, sebep oldun ya Facebook, helal olsun sana!
Denilmesi gerekenin ötesindeki cümleleri birlikte kuralım gelin, ne siz O'na sorun ne de O size söylesin...

24 Ekim 2013 Perşembe

Sanatsal Sıçmacalama

Artık sanatın da tadı tuzu kalmadı bu ülkede. Zaten ne kadar vardı? Ne kadar kişi ilgileniyordu? Kaçına saygı duyuldu, kaçına saygınlık kazandırıldı? Heveslenenlerin de şevkleri gark oldu gitti içlerinde. Şevkler öldü, zevkler yok oldu. Aşk vardı içimizde, aşk yok oldu. Sanat duyguların en iyi ifade biçimi. Her dalı bir ayrı hüner üstelik, sevmek gibi.

Sinemalarda oyunculara bulaştı bu deli tutku; maddi anlamda sinema yok oldu. Fotoğraflar ucuz imgelerle doldu, mertlik bozuldu. Müzik desen aldı başını yürüdü, ama daha çok def'oldu... Resim hiç yoktu zaten, söndü, bir daha yanmadı. Derken o miras, üretken, ata hünerleri boyut değiştirdi, evrim geçirdi. E onlar da etkilendiler tabii memleket hâllerinden, hâllere girdi. "Peki ya kaç kişi tozu ayağında sürdürdü" derken; ebru, tezhib, minyatür yok oldu. Hattatlar yetişmiyor artık ülkede. Herkes yazar, herkes şarkıcı, pardon "sanatçı" bu ülkede! Grafiti zaten yoktu bizde. Yurtdışında çevreyi güzelleştirme, harabeleri makyajlama için kullanılan sanat, bizde politika söylemi, ticari sloganlar, ucuz sembollerle duvarlara süsleniyor. Yepyeni boyanan apartmanlara üstelik... Virane olmasına gerek yok, zihinler virane iken... Aşkı patron kağıtlara çizer önce böyleleri sonra üzerinden geçer defalarca, hiç mecâli yokmuş gibi. Yazık... Taklit ediyoruz bazı şeyleri ancak onu da beceremiyoruz maalesef. Becerirken en olmaz şeyleri yaşıyoruz ve yaşatıyoruz etrafa. Hiç olmayacak şeyleri bile olduruyoruz zaman zaman, maşallah... Neticede komik duruma düşüyoruz, en trajedisinden. Sanatı saçmalamak uğruna kötüye kullanıyoruz daha çok. Saçmalamak yerine göre güzel getiriler elde eder sanatta oysa bakmayın. Saçmalamanın en uygun kullanıldığı yerdir, sanat. Soyut çalışmaların çoğu saçmalama ve hayal gücünün yettiğince var olur ancak biz öyle bir raddedeyiz ki ne ölçüsü var işin, ne haddi, ne de hududu... Hububat gibi kil kil, is is bırakıyoruz parmaklarımıza çirkin tozunu. Öyle bir hâl alıyor ki sonunda kokmuyor bile bu ülkede sanatın kokusu... Çünkü duyguyu parayla yaşayan ve parayla duygu satan insanlar olduk cümleten artık. Sonumuz hayır olsun denir ya hep. Bilmiyorum, iyi değil edebiyatın, müziğin, resimin, sinemanın ve fotoğrafın ve de binlercesinin içeriği... Algılarımızı değiştirdi dünya. Böyle değilken zor geliyor alışması, kolay değil. Hiçbirimiz için... Bazı şeyler değerlerimizden götürüyor bazıları satamadan getiriyor oysa, endişeli kaygılar içerisinde. Ticarisinden ve de binlercesinden.

Yok oluyoruz biz. Mirasımız varken üstelik, biz de üzerine katıp birazcık geleceğe bırakabilecek miyiz? Mirası parayla satan ve parayla kendinden, değerinden dejenere olan insanlar olduk artık... Bitti üretim, geldi kolaylık. Bitti emek, geldi rahatlık. Değişik insanlar olduk çıktık, üstelik tümüyle kökünden saçma bir değişiklik. Duygularımız yok ki sanat üresin, üretilsin... Eee... Gazamız mübarek ola bundan sonrası için.

23 Ekim 2013 Çarşamba

"Alaaddin'e Söyleyin Lambası da Onun Olsun, Cin'i de..."

Yaşlanmış Alaaddin. Geçen gün gördüm, sallanan sandalyesinde kendi hikâyesini okuyordu, bir çift hipermetrop çerçevenin gerisinde... Çok küçülmüş, boyu kısalmış. Çenesinin bitiminden sarkan gerdanı ile yüzü, yalnızca yüzü kilolu gözüküyor. Kulakları bir servi ağacı boyunda! Gözleri pörtlemiş yuvalarından, yerini beğenmiyor neredeyse. Alaaddin, "hey gidi Alaaddin!" diye iç çekiyor içinden... Eskilerin alımlısı, on bakanın bir bakıcısı, mağrur ve adil bakışı dağlar deviren Koca Alaaddin! "Gençken daha güzeldin be yavrum... Gençken daha güzeldin..."

Lambası beyninden büyük kalmış diyorlar onun için şimdi. O hayatındaki üç dilek, aklını başına devşirip yolunu kendisinin yapmasından daha zararlı yola çıkarmış çünkü Alaaddin'i. Halktaki büyükler, büyük halk, dilek tutacağına kendi bir şeyler yapıp dua etseydi daha büyük olurdu şimdi ve daha sağlıklı, daha huzurlu, daha mutlu, daha.. diyorlar. Halk aynısını yapmamış oysa bir yerlere gelmek için. Kısa kestirme yolları kullanmış çoğu hatta tamamı. Torpiller dönmüş, torpiller patlamış, havafişekler çıkmış rengârenk ortaya. Halkın genç tabakası ise, ona gıpta ederek bakıyor daha çok. Yolunu almış, ununu elemiş, eleğini asmış gözüyle bakıyorlar.

Peki, Alaadin'in düşüncesi ne bu konuda? Halk böyle düşünerek onun adına onunla ilgili yorumda bulunuyor fakat ona kendi adına konuşması için fikrini soran olmuş muydu daha önce? Hayır. Alaaddin yine kendi ilerlemişti yolunda çünkü. Bu yüzden yalnızdı. Ve hiçkimsesi yoktu yanında. Peki, bunca insanın, ona karışmayan bunca insanın şimdi sonuç hakkında çıkarımda bulunmaya hakkı var mıydı? Doğru muydu bu? Ahlaklı mıydı? Bunu düşündü epeyce kafasında. Düşünürken yol aldı zihninin derinliklerinde. Anılarını, arkadaşlarını karıştırdı. İşlerini gözden geçirdi. Ailesini sordu soruşturdu mahallenin bakkalına, kasabına, berberine ve terzisine(!)

Yoktu. Hiçkimsesi yoktu bu yolda. Bu yüzden ona karışmaya hakları, hadleri, hesapları da yoktu... Dolayısıyla ne yanlış oluşabilirdi onlar için şimdi, ne aksi ne de günah... O ne söylese haklıydı ama onlara. Çünkü Alaaddin kendi için dilekte bulunmamıştı. Devamlı onları düşünerek hareket etmişti. O üç dileğini de toplumu için, toplumun huzuru için, huzurun refahı ve mütemadiyenliği için kullanmıştı. Sonsuzluk içindi yani kısacası iyiliği. Halkı ise içinden geçirdiğine değil, onun niyetine değil, ceplerine giren 10 kuruşu düşündükleri için dileklerin götürülerine bakmışlardı. Alaaddin yalnızdı. Kimsesi yoktu artık. Herkesi kaybetmişti tek tek. Cin'in de kendinde tek bir dilek hakkı vardı. Onu kullanmıştı... Artık özgürlüğüne kavuşmasını beklerken halk; o, onu bulan sahibinin, Alaaddin'in, yanında kalmayı seçecekti bundan sonraki yaşamında. Halk şaşırdı tabii önceleri. Aslında kabullenemediler pek. Kendileri için cömert davranan ve kendi sonrası için ona vargücüyle kin, nefret, öfke kusturan bu şahısın ilelebet yanında muhafızlık edeceğini... Halk isyana kalkıştı. Şükür duaları edenler isyan eder miydi? Büyük Halk! "Hulk" diye yazılıyordu aslında... Okunuşunda değişen bir şey yok yani. Alaaddin'in suçu ise iyiliğiydi... Kendi egosal iyiliği değildi. İyilik tekil değildi onun için, evrenseldi. Oysa vakit çok geçti... Halk ipini çekmişti. Lambası beynini geçmişti. Cin'i yanındaydı ancak o da korkudan kimseye ne karıştı ne de görünebildi. Niyet gerçekti. Niyet ise iyilikti. Ama çoğunluk olmadığı için aynı niyet tek bir suça dönüştü. Çünkü bir iyi ve bir kötü vardı, ortası yoktu. İyi, hulk ise; suçlu ve kötü, Alaaddin'di. Bu da Alaadin'i suçlu yaptı tabii. Vakit geçti. Her şey için çok geçti... Karar verildi. Alaaddin'in sonu aslında üç dilekti.

22 Ekim 2013 Salı

Tepetaklak!

Benim sevgililerimin hiç biri normal olmadı ki, sen olasın...
Azap çektirdin bana gayya kuyusunda,
Dünya nimetleri arasında
Ne malum öbür tarafta da çekmeyeceğimiz sanki, fecri çarkında
Destur çek yatarken de bari hisset, ar damarında!
Korkuyorum çünkü; senin için, senin adına...

Nasıl olsa sen onu da beceremezsin
Toplu katliam gibi herkes, evin reisi sensin!
Çok uçma, açılma, saçılma kumanda bende
İskeleden hallicesin yoksa , göstermelik sen de!
Birçoğu kanı kızılcık sanır oysa kan zehirli bir ok...
Suyun bile kaldırma kuvveti var;
Senin yok(!)

Bazı insan çok sevilmekten hazzetmez
Bazısı arar, sorar, edinir, bulur aşkı; kudurur
Bazısı bulur bunar yine de, bazısının da olmazsa olmazı olur
Normal olmanı bekleyen yok senden zaten; akıllı ol, uslu dur!
Çileden çıkarma beni, ilah mı sanırsın kendini?!
Roma'da mı yaşarım sanırsın anlamadım gitti
Antik çağ güzeli(!)

Onu bunu bilmem, isteklerimi listelerim ben de tüm kısmetlerime
Teperse tepsin geri, sarsın bantı, çeksin vitesi...
İkiyüzlü, korkak ve inkârcı olacağına mert olsun isterim her yeri...
Karnından burmalı, beyninden kurmalı
Gazla çalışmaz belki ama makineli, pompalı
Ne kadar sevgim varsa görmek isterim kalbinde yüzdesini...

Çok fazla gönüle girip çıkıyorsun
Korkuyorum senin için, senin adına...
Oyun mu sanıyorsun bilmem, bir tane gönlün var oysa
Birçok ah alırsın, iyi olmaz bak; sonu da, sonunda...
Bir gönül verilmişse sana adamakıllı kıymetini bil
Sırt dönme, yüz çevirme dediysek de sor bir aradabir(!)
Bir gönlün varken ne diye bakarsın başka gönüllere
Dene, yanıl, yamul ama kimse bir ben etmeyecektir...

Benim sevgililerimin hiçbiri normal olmadı ki;
Farklı evrenlerden gelen uzaylı sevgililerim vardı mesela.
Hepsi birbirini vurdu domino gibi yıkıldı, birini ötekine de ben çarptım
İlan vercem, hazırsan diyip üzerimde işlem yapcak birini istiyorum diye
Ne hâli varsa görsün, çeken çekmiş gitmiş benim içimde...
Birçoğu haltını mucize sanır oysa iki ucu b*klu bir ok...
Suyun bile kaldırma kuvveti var;
Senin yok(!)

Evlen, küflen, güvelen
Süslen, beslen, iyileş, iyi len...
Hıh... Dünyaya bak, kaç kaçabildiğin kadar(!)
Tepetaklak indim yaşamdan bir de sen, kes len!
Süpürdün saçlarımı sırf sükuttum oysa bazen
Bunu da yaşattın ya, daha fazla kıramazdın beni zaten
Birçoğu ayrılığı marifet sanır oysa o tam zehirli bir ok...
Suyun bile kaldırma kuvveti var;
Senin yok(!)

Çatlak Kalem - 'Ekim 2013

21 Ekim 2013 Pazartesi

Laf Etti Pumpkin!

Biri bir şey söylediğinde, genelde, o kişinin kişiliği ve karakterine bağlı olarak tepki veririz, malumunuz. Yani söz konusu sevdiğimiz bir kişiyse söyleyen, çoğunlukla katılırız ve savunduğumuz bir görüştür. Savunmasak da destekleriz veya. Ancak sevmediğimiz bir insansa bu, konu ne olursa olsun, ne derse desin çapraz ateşteyizdir ve onu sevmediğimiz için (bilinçaltı nedeni) ne söylediği de umurumuzda olmayacaktır. Kendisini sevmediğimiz için de görüşünü ne seveceğiz ne de savunacağızdır. Basit bir savdır bu aslında, herkes görebilir veya önceden kestirebilir yani herkes bilir, ancak; bu görüş-kişi önyargısını yıkamadığımız için bu tezi de zihnimizin çeşitli yerlerine durmadan iteler dururuz. Buna da önyargılı yaklaşırız kısaca.

Bilmediğimiz bir şey söylemek gerekirse eğer sevgi, tevazu, bağlılık hepsi saygının temelinde gelişen şeylerdir. Esas olan saygıdır ve saygı bittiğinde her şey biter, üzerine yıkılır. Geriye yalnızca kocaman bir enkaz kalır.

Pekçoğumuz da insanları kategoriler halinde sınıflandırırız. Sanki kendimiz durumdan bihaber, gayet soyut ve mükemmel bir şeymişiz gibi! İllaki birilerini önceki hayatımızdan birilerine benzetiriz veya daha önceki genel kabul görmüş toplumsal "değer" yargılara göre bu insanları yargılayıp onları belli başlı kategorilere koyarız. Birtakım özellikler vardır mesela cinsiyetlere özgü. Kızlar az yemek yer, kızlar sessiz sakindir, daha duygusal ve daha kibardırlar. Bunu yapan erkek kız gibidir. Erkekler daha çok boğazına düşkündür, "kalbine giden yol midesinden geçer" diye boşuna dememişlerdir, daha konuşkandırlar, ağzı laf yapar erkek dediğin süs biberi gibi oturmaz. Daha fevri, sert karar verdikleri için de kabadırlar sıklıkla, nezaketten öte. Bunu yapan kız da erkek gibidir. Ama harbidir işte bu kez de! Örneğin, bu gibi yargıları baskınlıkla kendimize, içimize yedirmişsek; toplumun kararı kendi kararımız olmuşsa ve kendimizden bir şey koyamazsak olaylara; devamlı dışarı çıkan, sokaktan gelmeyen "kız" olamaz. Erkek gibi derler. Evinde oturmayı bilmez çünkü... Öte yandan, kitap okuyan, sanatla uğraşan, evden dışarı çıkmayan erkek uysal değil, kadın gibidir. Pısırıktır, sosyal değildir. Ya da entellektüeldir. Bir kıza erkek gibi derken o kızla gurur duyularak bakıldığını fark edersiniz. O da bununla gurur duyarak konuşur. Toplumun algısını bilir çünkü. "Ben küçükken mahallede erkeklerle maç yapardım..." bunu söyleyen bir kıza bakın koltuklarını kabararak anlattığını göreceksiniz. Erkek egemen toplum yapısının getirileri... Ataerkilliğe karşıt olanların dahi rolmodeli erkekler! Ancak, bir erkek "ben küçükken bebek oynuyorum" dediği an o kadın gibidir, toplumda aşağılanır, alay edilir... Erkeğin böyle bir şey deme hakkı yoktur, kadınınki gibi. Övülemeyecektir çünkü. Tüm kınamaları göze alması gerekir bunu söylemesi için. Ya da direkt "gay" olacaktır. Gay'lik ve efemineliğin farkını bile ayırt etmeden söylerler bunu. Çünkü bilenler zaten etiketleme yapmazlar bu konuda sıklıkla. Uğraşmaz böyle işlerle, üretkenliklerine devam edeceklerdir. Dışlanacaktır diyen de. İyice ölçüp tartması gerekir bu yüzden o cümleyi kurabilmeleri için. Bu yüzden ataerkil toplum yapısında irdelenmesi gereken bir husustur erkeğin özgürlüğü, özgür iradesi... Kalıba oturmazsa aşağılık bir sınıf dışıdır zaten. "Adam gibi oturması, karı gibi dedikodu yapmaması ve karı gibi gülmemesi" erkekliğin farzlarıdır çünkü. Adam ise toplumun ütopyasıdır. Doğru, iyi ve güzel hep ondadır. Toplumun tüm beklentisine yanıt verir çünkü. O yüzden "adamdır", hatta "adamın dibidir"! Öyle bir şey ki bazı erkekler bile adam değildir... Ç*kleri olsa bile, ana-babası doğumunda "nur topu gibi bir oğlunuz oldu" sözünü duysalar bile... Velhasıl, kategoriler tükenmez. Bilakis, kategoriler kategorileri doğuracaktır. Böyle sürüp gidecektir. Yoksa sizin hâlâ kategoriniz yok mu?


Maalesef öğrenemedik saygı duymayı, diğer insanları boşvermeyi, onları kendi hayatlarıyla başbaşa bırakmayı... Karıştırdık durduk herkesi, her şeyi didikledik didindik durduk. Saygı duymayı öğrenemeyiz genelde hayatta, her ne kadar kendimizi saygılı bilsek de... İşimize bakmak zorumuza gelir bazen. NBu yüzden başkalarını görürüz hep, saygı duymadan.

Küçükken biz, arkadaşlar arasında biri bir şeye karşı çıktığında, alakasızca bir şey söylediğinde ya da savunmadığında "laf etti balkabağı!" denilirdi. Kendini olaylardan soyutlayanlar için, hiçbir şey söylemeyenler için, çekimser kalanalar için... Sizi de şöyle alalım! Yeni versiyonuyla... "Laf etti pumpkin!"

18 Ekim 2013 Cuma

Şekilciyis!

"Bilmiyorum var mıdır sizin oralarda, bizim buralarda epeyce meşhurladı" diye başlar bir cümle. Topu kıyamettir sonrasında, hemen çıkagelir peşpeşe. Millet modaya uymuştur artık, uymayanın vay haline. Topluca bir akımdır oysa farklı olmak bahane, içinde. Herkes farklı olduğunu düşünür birbirinden, ancak aynı fabrikadan çıkmış bir seri üretimdir insanoğlu paranın elinde... 

Para imaja yansır, üstbaşa yandır; bir sembol, bir göstergedir aslında dışarıya yeşil ışık veren. Sinyali çaktı mı karşıdaki anında alır mesajını ve ayağını da denk. Oysa parayadır itaat, alt yazısıyla üstü başıyla tümüyle durumu özetler. Biz yine de biliriz, farkına varırız ama yine de ses etmeyiz. İtaat ederiz işte...

Merakından, hevesinden, tadına göre giyinir kimileri. Kimileri için sadece bir ihtiyaçtır giyinmek. Kimine göre makyaj yaparmış gibi günlüktür, tüketmektir, bir giydiğini bir daha üzerinde görmemektir... Kimi kendini iyi hissetmek amacıyla giyinir. Kimi moda düşkünüdür, kendi tercihleriyle değil genele uyum gösterir. Kimi ucuza şık giysileri tercih ederken; kimi hem pahalı hem şık giyinir. Kimi ucuza ve zevksiz görünürken, kimi pahalıya alır yine de çirkin giyinir...

Dövme modasıdır gidiyor son dönemde. Hiç çıkmayacak bir şeyi, sırf şekil / şekli uğruna ve ilelebet bedeninde taşımayı göze alacak kadar bir anlık karar içindeki bir ruh hali, bilmiyorum ne derece sağlıklı? Ancak yararlı ve tekdüze bir moda kurbanı olduğunu düşünüyorum pek çoğunun. Zira bedenler yaşlanınca pek hoş durmayacak o gergin şekiller, malumunuz. Bir de ne güzel yüksel bel kesim kotlar yine döndü diyorken, yeniden düşük bel pantolonların piyasaya çıkmaları özellikle gençlerin (erkek ergen çağındaki çocukların) arkalarından bakıldığında donu dışarıda, kaka yapmış çocuk imajı taşımaları yine görüntü kirliliğine sebebiyet vereceğe benziyor.
Öte yandan, ne'(yi)me lazım... Biz yine de etiketlemeye devam ediyoruz yüreği göremediğimiz için, gönüllerine bakılmaksızın, şekle takılmaya ve etiketlemeye. Ağzını yuvarlatan birini görsek konuşurken hemen "apaçi", apaçi'ler gibi olmaya çalışırken debelenip olamayan "özenti" fakat "öz"ü belli gençlere "kırmançi", hem kırmançi hem apaçi arasında sıkışıp kalmış "zavallı"lara "komançi", daha çok kırmançi'lerden oluşup karı-kız düşkünü "abazan" olarak da bilinen gençlerin çağ atlamış versiyonu olanlarına "barza", konuşması kadar giyimi kuşamıyla da dikkat çeken ama yalnızca dikkat çeken gençlere "tiki" veya "concon", asıl kullanımını "lubunya" dilinden alan ve artık e-sözlükler sayesinde çok sıkça kullanılan, yaşam tarzı ve yaptıkları birbiriyle uyuşmayan, şeklen kırmançi'ye benzeyen ama ne yapsa saf gözüken gençlere "kezban", tiki'liği yaşam tarzına yansıtmış ve artık bir üslup edinmiş, kendine de yakıştırmış gençlere ise "ciks" diyoruz. Hı bu arada, ilerigelenlermiş, sanatsevermiş, doğacıymış, entelektüelmiş, kıroymuş, magandaymış, kenar mahalleymiş, beşparasızmış, tok evin aç kedisi'ymiş gibi benzetmeleri kullanıyorsanız, sizin etiketleriniz eskimiş demektir. Hemen yeni bir sticker alın ve yapıştırmaya başlayın bence en yeni modellerimizi, önünüze gelene...
Eee... Biz, "önümüze gelene, bin tekme" ile büyüdük ne de olsa...

16 Ekim 2013 Çarşamba

Sadrazamın Sol Anahtarı

Yaymaya yayılmaya öyle çok alışık bir milletiz ki, her şeyimiz lüks içinde, her şeyimiz rahatlık ve konfor içinde olsun istiyoruz. Tamam bir dilektir, isteyebiliriz. Hekes gibi, bir dilek de biz gönderebiliriz yaşama. Ancak bunun için bir uğraş verdik mi, mutfağında ne yaptık, hak ettik mi, lâyık mıyız, ne kadar lâyığız bunları sorguluyor muyuz? Bu sanırım biraz milli yetiştirilme tarzımızla alakalı bir durum. Ekmek elden su gölden yaşamaya alıştığımız için biraz da. Nasıl ekildiyse öyle de biçiliyor neticede yani.

Emeksiz yemek olmaz'ı herkes biliyor, herkes savunuyor fakat uygulamada tüm doğruları, iyileri, güzelleri bildiğimiz ve savunduğumuz gibi burada da bir pürüz çıkıyor karşımıza işte! Madem biliyoruz, niye var? İşin teori kısmını halletmemiz de eğitim ile ilgili bir durum. Herkesin topluca yetiştirildiği tekdüze bir sistemden kaynaklı bir durum bu da. "Tamamen ezberci..." E biliyorsun işte. Ezberci, yine herkes biliyor herkes karşı ama uygulamada yine bir pürüz... Teori pratikle bir bütündür esasında. Yalnızca teoriyi bilen, pratikte başarısızdır. Yalnızca pratiği bilen ise teoride başarısız kalacaktır. Ancak pratiği bilen teori her zaman konusunu doğru irdeleyecektir. Herkesin yoğurt yiyişi farklıdır azizim, diyebilirsiniz. Bu noktada da ortalık karışacaktır, kaos ortamı doğacaktır haliyle...

İki ucu b*klu çomak neticede. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. E ortaya tükür s*ç ağzımızın ortasına öyleyse(!) Gözlerimiz bayık artık ne de olsa uyku pozisyonunda, şavkımız kayık... Bir anahtar var birilerinin elinde. O anahtarla tüm kapıları açmayı deniyoruz neticede. Oysa bir odadan ibaret değil bu kapı. Bir sürü oda var kalbimizde nasıl, bu da öyle işte, oda oda. Hatta odaların içerisinde bile odacıklar mevcut. Yeri gelince o odacıklar kilitleniyor neredeyse. Oda açıkken odacığın kilitli olması nasıl kötü bir şeyse işte... Her şeyimiz olsun istiyoruz, bolluk içinde yaşıyoruz da bir şey eksik, bu noktada. Sonucunda isteye isteye daha doyumsuz bir şey olup çıkıyoruz, istediğimiz olmadığında mırın kırın edip karın buruyoruz, yüzümüz düşüyor isyan ediyoruz. Bu noktada eksik olan şey ise, şükür. İsyanın tam tersi yani. Tercihimizi biz belirliyoruz, yolumuzu biz seçiyoruz, kendi irademizle ancak; tek bir anahtar var elimizde. Bıraksak tüm kapıları açacak aslında. Odaları ve odacıkları da... Bırakmıyoruz. Rahat ediyoruz çünkü. İşimize geliyor, menfaatimizi kudretlendiriyor, alışmışız çünkü. Kendimizi düşünüyoruz, kendimizden öte. Keyfimizi, nefsimizi... El elin eşeğini türkü çığırarak çağıradursun, biz var gücümüzle yok ediyoruz, talan ediyoruz değerlerimizi, bize sunulduğu şekilde... Mi? Herkeste tek bir anahtar var, aslında bir çok anahtar oysa topluca bakıldığında. Biz her oda için ayrı anahtar kullanmayı seçiyoruz... Uğraş vermeden, çabalamadan, gayret etmeden. Yine kolayımıza gidiyor bazı şeyler. "Dinliyoruz" ama dinlemiyoruz, kafamızın dikine gidiyoruz, at gözlüğüyle. İstişare etmiyoruz. Kulaklarımız tıkalı car car konuşuyoruz habire. İsteyince yapıyoruz ama istemeyince sadece şarkı söylüyoruz. Sadece aynı nakaratı tekrarlamak yaptığımızda. Defalarca ve usanmadan. Kimimiz için yalnızca nakarattır ya şarkı.
İşte biz yalnızca şarkı söylüyoruz...

14 Ekim 2013 Pazartesi

Ben "Olaylar" Diyeyim, Gerisini Siz Getirin...

Bir Altın Portakal geleneğinin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz, hadi hayırlısı... Zaten seneye ne kaldı şurada. Önümüz yılbaşı! Sonra hopp! gelivermiş bir yenisi daha... Ama nasıl? Bunu düşünmek sanırım asıl mesele. Zaman hepimizi değiştiriyor, başımızın içine bir beyin daha ekliyor her sene akıl dolu. Değişiyoruz, eskilerimizi beğenmiyoruz ya da yenilerimizden hoşnut değiliz filan. Ben mesela, 10 sene sonra yeniden yağlı boyaya başladım. 10 sene önce bunu bilebilecek miydim? Hadi geçtim onu, o zamanki en büyük tutkuma 10 sene ara vereceğimi dahi kestirebilecek miydim? Çok zor azizim. Zamanın bizi nereye götüreceğini bilmemiz, önceden çok zor. İsviçreli bilim adamları uğraşadursun, önümüzdeki sene "O Ses Türkiye"ye bile katılabilirim bu gidişle. Ama hangi şarkıyla? Hâlâ karar veremedim. Hı, bir de geçen sene sözümü ettiğim jüriden de kestim ümidimi. Hani şu içinde Nil, Yalın, Tan'ın olduğu jüri. Yanlarına da Sertab veya Ebru olabilir. Bu jüri yok aslında zaten. Hayal ürünü filandı o. Zira Hülya Avşar'ı Türkiye platformlarında jüri yapan zihniyetin vay haline diyesim geldi... Fotoğrafları kırpıyorum da aklıma geldi. Bayan Daisy'nin Şoförü'nde rol biçilmiş âdeta bana. O senelerde geziniyorum sanki. Uhular talan oldu şu an parmaklarımda. Yığın yığın gazeteleri kesip birleştiriyorum fotoğraf aralarına. Manyağım çünkü ben! Hem de önde gideni, hem de bir numara! Isınma turları mı? Bana bindiriyor daha çok o turları; yeni insanlar, yeni ortamlar, yeni şarkılar, yeni anılar... En kötüsü de ne biliyor musun? Yeniden kendini anlatman, yaşamındaki yeni birine. Keşke seni bilse... Bu yüzden eskiler daha kıymetli ya gözümde! Kantinde dutkurusu alıp yiyen bi' manyak benimdir herhalde onun dışında. Kendime WhatsApp'in klik sesini taktırmayı düşünüyorum bir de bu ara. Kabul anlamında devreye girsin istiyorum, farzedelim ki bir şeyi onayladığımda. Bazı kozmetik markalarının insanı madde bağımlısı gibi alıştırdıktan sonra ürünlerin üretimini kesip insanı dımdızlak ortada bırakmasını da hiçbir zaman anlamadım zaten ve anlamayacağım. Bu yüzden politikaya da bulaşmayacağım zaten. Nasıl bir olguysa artık sözümona?!! İnsanı insanlıktan çıkaran... Bir de bunu yapan o kadar çok insan yokmuş gibi davranmaları! Deli gibi Haribo yemeye devam edeyim ben iyisi mi. Hande'nin "Ya Ya Ya Ya" şarkısı niye 3 "Ya" ile yazılıyor müzik kanalallarında? Listebaşı şarkıya yapılır mı hiç bu! Ben bir şarkı olsam, hele ki Berksan'ın şarkısı dava açarım, süründürürüm adımı yanlış yazanları! Oysaki ben demişim kendime şarkı olarak, "çok iddialı!" Hayır en azından şunu yazarken bile habire Caps Lock açıp kapadım bir harf için, yanına bir harf daha koyabilmek için. Üşendim mi peki Sevgili Ya-Ya?! Neyse fazla tatsızlık çıkmadan, yazanların isminin yanlış yazılmasıyla paralel olsa onlar için hoş olur muydu, diye düşünüyorum... Bildiniz! Tıpkı nüfus memurunun gazabına uğramış gibi! Bir ömrün var zaten, onda da ilelebet ceza! Hı, yağlı boyaya başladım tekrar, tuval üzerinde renklerle dans ediyorum 10 sene sonra. Harika diğ mi? Oups! Bunu söyledim, araya öyle çok laf girdi ki şimdi fark ettim a dostlar... Geçen yolda çamur içinde bir jeep gördüm bir de, bundan bahsetmeliyim sizlere mutlaka. Son model ama nasıl baştan aşağı çamur! Çamurdan dikit ve sarkıtlar oluşmuş aracın muhtelif yerlerinde âdeta! Bir heykele dönüşmüş araba resmen. Aynı renk, gotik tarzda... Plakaya bir baktım ki: 26 U* 9*0(!) Ne oldum dememeli ne olacağım demeli! Eee... Hayat bu. İnsanı taşoz da yapar, paçoz da(!) Mesajımı aldım ben o gün. Hayat bana mesaj üstüne mesaj atsa da. Varsın ondan gelmesin çok mu, sağlık başka. Gerçek aşkı da yaşadım, bir çıkar beklemeden ondan, yalnızca sevdim, çok şükür... Hayata olgun başladım, şen şakrak gözüksem de etrafıma. Yaşamak... Yaşamak sevdiklerinizi kaybettikten sonra, sonraki yolu onlarsız adımlamanız gerektiği gerçeğiyle yüzleşmektir. Yaşam alır sevdiklerinizi de. Bazen hayattayken onlar, bazen hayattayken yalnızca siz. Neyin gururu, neyin özgüveni, neyin şöhreti Allahınızı severseniz! Ego patlaması yaşayanlara Yıldız gibi patlayarak sesleniyorum bir şarkısında söylediği gibi: "Beni küçük görene bakın ne de büyük! Sevdiği için canını bile veremez..." Birilerine tüm pespaye ve paçavra şarkıları hediye edesim var bugün, yaşamın bana çektiği sms'ler gibi, yığıla yığıla... İllaki vardır sizde de birileri, gelin birlikte hediye edelim mi? Layığı olduklarını düşünüyorum zira. Son olarak,
Ben Petek Dinçöz'den seçiyorum.
"Ben aşkı sende buldum, sen de bende.
Benden sonra onu mu buldun
Zevksiz sende!"
*
Herkesin Kurban Bayramını kutluyorum. Sevdikleriyle nicelerine erişmesi dileği ile... Bana sorarsanız öküz kesmek istiyorum bu bayramda. Fotoğrafını kesmicem bu kez, kendisi dururken. Aşka alışık yaşamaya öğrenmekten olsa gerek. Şükür, var da atıyor kalbimiz, ya olmasa? Hadi oldu, aşksız olmasa? Hoş, herkesçe olmayan bir şey için, gelip geçici diye etiketlenen bir şey için, değer verilmeyen bir şey için biz mi kaybediyoruz yoksa onlar mı bu savaşı bilemiyorum ama; bayramınız mutlaka sevdiklerinizle birlikte geçsin, ben tattım denedim, zevkime güvenenler için tadını bilirim, güzelce kutlayalım ve geçsin sevenlerinizle, hı bir de aşkla...

11 Ekim 2013 Cuma

Dayanıklı Bir Kahraman!


Seni boşuna kahramanım yapmadım
Bensizliğe oldukça dayanıklısın
Nazar mazar hikâye, boşversene
Beni yine şaşırtmadın...

Çatlak Kalem - ' Eylül / 2013
' İlgisizliğinden boğuldum yokluğunda...

9 Ekim 2013 Çarşamba

Öyle İşte...

Sevindim adına...
Gülüyormuşsun gözlerinin içiyle,
O gözler başkası için...
Anıp duruyormuşsun onu
O hafıza onun için...
Bakıyormuşsun doyasıya fotoğraflarına
O bakışlar onun için...
Ben n'eyleyim, kendime biçmem,
Ömür yazgım müsaade etmediği vakit yaşamam,
Düşünmem bile bir zamanlar bana ait kalp için... Çünkü o, onun için...
Acı ayrılığı tattığım şiirlerde tatlı ayrılığı tadıyormuşsun aynı duyguyu, onun için...
Kalbin, ah kalbin, tüm sevgin onun için...
Yanmışsın, geçmişsin dünyadan, varmışsın onun hatrına, onun için...
Bir şeyler yapıyormuşsun, takip ediyormuşsun, hazırlanıyormuşsun onun  için...
En çok onun için dua ediyormuşsun, onun için dua istiyormuşsun
Yaşıyormuşsun onun için...
Düşünüyormuşsun onun için...
Kimseye etmediğin saygıda kusuru, onun için bir ayrı gösteriyormuşsun...
Onu anlıyormuşsun,
Onsuz yapamıyormuşsun...
Onu hayal ediyormuşsun... Onun için...
Gönlünü seviyormuşsun,öpüp başına koyuyormuşsun, şükrediyormuşsun onun için...
Başını yastığa rahat koyuyormuşsun, aşkını sayıklıyormuşsun
Gözünden terliyormuşsun, onun için...
Bilmem, karşılığını alamadığında sever misin onu yine
Bencillik değil bu ama ben âşıktım en çok sana ve sinene
Bak beni aramasan da, sormasan da, görmesen de, gelmesen de, sarmasan da
Öldürsen de, vursan da, karşılığını bulamasam da, varlığını hissediyorum yanımda hâlâ...
Yokluğunu hem madden hem manen koyalı terk ettiğin vakit ayrılığa, yok sayıyormuşsun
Görmezden geliyormuşsun, hiçe sayıyormuşsun, susuyormuşsun yine susuyormuşsun için için...
Gönül koymuş değilim, gönlümle işim yok artık zaten,
İster al ister koy o yüzden sen de, sen onasın artık konu bu, onun için...
Hâla küçümsediğin, sevemediğin, özlemediğin, aklının ucuna getirmediğin
Belki de soğudun, tiksindiğin, nefret ettiğin artık, kalbinde yok ettiğin...
Seviyor seni, seni seviyor ve O biliyor ya, bunu seni neden sevdiğimi bu can evimde
Gönlün güvende yâr, gönlün emin "ellerde"...
Ve tüm yaptıklarına ve bir bir yaşattıklarına rağmen üzülse de
O biliyor ya işte, onun için, sırf O'nun için...

Çatlak Kalem ' Ekim 2013

7 Ekim 2013 Pazartesi

Sevgili Hoşgörü Tanımaz

Kalbimde boy ver
Bakalım bulabilecekmisin eski uzunluğunu
Kilo da verdin kalbimdeki yerinde
Kaybettin akîbet-i nûrunu...

Hadi havanı al gel azıcık,
İnsan içine çık da insanlık öğren(!)
Boyun da uzar belki birazcık
Hadi gümlet aşkı da, tez evlen!

Susarsın, bakarım; hep sustun zaten...
Beni kalbinden silmeyi de yeğledin, sabr-ı selâmetten
N'olur ki... en kötü benim çektiğimi yaşarsın!
Sana bir şey olmaz, benden evvel atlatırsın...

Hayır etmez yapılan iyiliklere kadir kıymet bilmezlik
Sükûnetle geçiştirilmez aşk, hem etraf günlük güneşlik
Baktın olmadı, sana antreman mı yok, sinek avlarsın!
Toz ol şimdi, hadi; benim gibisini bulamayacaksın...

Ağır gelir bazı sevgiler, her insan taşıyamaz.
Göremeyeceksin beni bundan sonra, Sevgili Hoşgörü Tanımaz; ...
' Ekim 2013 / Çatlak Kalem

4 Ekim 2013 Cuma

Elimde Olmayan Sebeplerden Dolayı...

Elimde olmayan sebeplerden dolayı ceza kestin bana
Sanki ben suçluymuşum gibi
Sanki suç bendeymiş gibi
Sanki suç işlemişim gibi...

Suçum yanında olmaktı
Suçum dua etmekti
Suçum her daim iyiliğini istemekti
Suçum gülüşmelerimizdi
Suçum başlı başına sendi ve bendi...

Elimde olmayan sebeplerden dolayı ceza kestin bana
Önce müebbet, kalbinde yattım
Sonra hapsimi istedin tek kişilik bir hücrede
Ardından itibarımı da beş paralık ettin

Allah'ın içime verdiği sevgiyi hiçe saydın
Sanki elimdeymiş gibi...
Şu yazdıklarımla gönlünü hazzetmişsin gibi
Aslında varmış ve yokmuş gibi
Tıpkı kocaman bu dünyada ağzına kadar dolu, koca bir yalan gibi.

Elimde olmayan sebeplerden dolayı ceza kestin bana
Sanki ben suçluymuşum gibi
Sanki tek suçlu benmişim gibi
Ama artık ben de yokum sana!

Ekim '13 / Çatlak Kalem
'Hayat bu, insanı sevdiğine karşı dirençli kılıyo...
Boşver bebeğim boşver, senin için üzülecek bir insan değil o.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Sana Benzeyen Biri Var Burada...

Sana benzeyen biri var burada
Ondan uzak duruyorum şimdilik
Canımı yakarsa diye; üzer, hırpalarsa diye.
Sevgisiyle yara açacağını bile bile...
Uzak duruyorum şimdilik ondan.

"Merhaba" diyor her sabah bana
Gelip sokuluyor arada yanıma
Kendimi çekiyorum ben de
Çektikçe tanımak istiyor oysa
Sevmesinden korkuyorum,
Üzersem onu da diye...

Biri var burada sana benzeyen
Kaşları, gözleri ve duruşu aynı sen.
Beni görüyorum bazen gözlerinde
Sevmekten korkuyorum ve de sevmesinden
Al işte, usanmaz tarih tekerrürden...

Sen sevmem dersin bir daha
Sen misin bunu söyleyen!
Kader çıkarır birini karşına,
Koyamazsın ağırlığını, mücadeleni de versen...
Hayatın geçmişi ve tecrübesi daha yaşlıdır senden.
Ve yedirir bir bir lokma lokma ne söylediysen...
Yine de usanmaz insan, bıkmaz yine sevmekten...

Biri var burada seni bekleyen...
Ruhu, aklı, kalbi aynı sen!
Nam-ı diğer ben!
Ne kadar kaçarım ondan bilmem şimdilik
Benimki aslında sırf seni dinlemekten;
Uzak duruyorum beni üzen şeylerden...
Peki ya,
Aynı şeyleri yaşamamayı istemek mümkün mü ki kaderden?!

Çatlak Kalem ' Ekim 2013 / Antalya