"O kadar şanslısın ki unutacak birilerin var!"
ç. kalem / 2012
31 Ağustos 2012 Cuma
29 Ağustos 2012 Çarşamba
Yaşamın Gerçek Bir Öyküsü
Gerçek bir öyküdür bu. Bir yaşam öyküsü. Bir gerçeğin öyküsü. Bir gerçek yaşamın öyküsü. İçinde dolaylı yaşadığım. Anlatılanları hissettiğim. Yüreğimde savaştığım. Etkilendiğim. En yakın bir öyküdür bu. Paylaşmak istedim sizinle. İstediğim. Belki siz de yaşarsınız. Umduğum. Belki siz de dolaylı oynarsınız bu oyunda. Ümit ettiğim. Belki de yaşarsınız siz de. Dolaylı da olsa, doğrudan da olsa. İçinde bulursunuz kendinizi. Şu aracı olmasa belki yaşamayacaktınız. Bihaber. Hem benden, hem köprüden, hem öyküden...
"Çok sevmişti. Deli gibi. Biraz delilik vardı kanında. Kanı yoğrulmuştu başka kanlarla. Her insana uyum gösterirdi kendi canını yakan olmadıkça. İlk sevişiydi bu birini. En ciddi, en derinden... Karıştırılırdı, çoğu kez anlanmazdı hayat oyununda. Diğerleri mızıkçı zannederdi, belki de uyumsuz ama bilmezlerdi hayatın onu seçtiğini, belki anlayacaklardı en sonunda. O bile muamma! Sanmazdı kimseyi kötü. Herkesi bilirdi iyi. Biraz da kendi gibi. Saftı biraz. Aldatılmaya müsait. Sevdiği hem kendisi gibiydi hem de kendisi. Kendi benliğiydi daha çok tabii ki. Biraz alaycıydı sadece. Dünya kuralları belirlenmişti çoktan bu oyunda. Onlar da hakkıyla yaşayacaklardı bunu, sonucu bile bile. Belki acıta acıya... Hayat bir sıfır galipti daha ilk dakikada. Üstelik kendi evinde kendi kanalında!
Çok bakardı o, bizimkine. Bir değil iki kere bakarlardı çoğu da ona. O ise sadece sevdiğine bakardı. Belki bi kere yeterdi belki bi çok kere bile eksikti. Bakardı, gözünün içine. Olurdu en derininde. Belki de olduğunu sanırdı sadece! Yarı platonik yarı empatik geçirildi seneler. Anılar yarı duygusaldı yarı komedi. Yeri gelirdi sevdiği alay ederdi yaşının verdiği olgunlukla(!) En çok da ona üzülür, o acıtırdı içini. Yerdi kendini. Akşamları unutudurdu acısını. Unutmak için en çok müzik dinlerdi. Olanları aktarırdı sırdaşı defterine. O güne tutmadığı günlüğü tutuyordu bu kez, ilk seferine. Şiirler yazardı, sözlerle süslerdi. Hatıralarını saklardı. Mesajlarını silmezdi. İlginçtir çağrılarının üzerine bile aramazdı bir kaç gün kimseyi. Listede onun en başta olmasını isterdi!
Derken artık kendi başladı şiir yazmaya. "Toz Pembe ve Eflatun"du bu şiir. İlk denemesiydi aşka. Duygularını ilk döküşü, kağıda. Kalemi aşkla ilk tutuşu. Olacak ya işte, ilki yaşattı birisi ona! Aşk bahane, oydu esas, gerçek dünya! Güneşin batışı vardı içinde. Gün batımıydı, evet. Yazdığında da şiiri. Şiirse o zamanı yaşıyordu adeta. Grubun tüm renkleri içindeydi şiirin. Yanık kızılı, kızıl kahvesi...
Sonra... Ayrılık vaktiydi. Şiir hasret kalmıştı yazılanına. Özlemişti duygularının kağıda serpiştiren kalp sevdiğini. Elbetteki biliyordu gerçekleri ama yine de özlemişti işte! Onun olamayacağını bile bile. Gizli, saklı. Üstü kapaklı, zincirli, kilitli. Kimsenin açamayacağı ve açmasına izin verilmediği ve verilmeyeceği... Bilmezlerdi bilenler onun yaralarını! Asıl ve gerçek yaşadıklarını... 7'di en sevdiği sayı. Sayılarla arası pek iyi değilse de harfler kadar muhabbeti vardı yediyle. 7... Bir çok kapının kilidi! Uğurluydu nazarında neticede. Yıllar geçti, geçip gitti. Arada dargınlık oldu kırgınlık ama en çok unutulmuşluk, yaşanmamışlık. Ve ilelebet böyle gidecekti artık, sanki. Ancak hiç umulmazdı o günün geleceği...
"Çok sevmişti. Deli gibi. Biraz delilik vardı kanında. Kanı yoğrulmuştu başka kanlarla. Her insana uyum gösterirdi kendi canını yakan olmadıkça. İlk sevişiydi bu birini. En ciddi, en derinden... Karıştırılırdı, çoğu kez anlanmazdı hayat oyununda. Diğerleri mızıkçı zannederdi, belki de uyumsuz ama bilmezlerdi hayatın onu seçtiğini, belki anlayacaklardı en sonunda. O bile muamma! Sanmazdı kimseyi kötü. Herkesi bilirdi iyi. Biraz da kendi gibi. Saftı biraz. Aldatılmaya müsait. Sevdiği hem kendisi gibiydi hem de kendisi. Kendi benliğiydi daha çok tabii ki. Biraz alaycıydı sadece. Dünya kuralları belirlenmişti çoktan bu oyunda. Onlar da hakkıyla yaşayacaklardı bunu, sonucu bile bile. Belki acıta acıya... Hayat bir sıfır galipti daha ilk dakikada. Üstelik kendi evinde kendi kanalında!
Çok bakardı o, bizimkine. Bir değil iki kere bakarlardı çoğu da ona. O ise sadece sevdiğine bakardı. Belki bi kere yeterdi belki bi çok kere bile eksikti. Bakardı, gözünün içine. Olurdu en derininde. Belki de olduğunu sanırdı sadece! Yarı platonik yarı empatik geçirildi seneler. Anılar yarı duygusaldı yarı komedi. Yeri gelirdi sevdiği alay ederdi yaşının verdiği olgunlukla(!) En çok da ona üzülür, o acıtırdı içini. Yerdi kendini. Akşamları unutudurdu acısını. Unutmak için en çok müzik dinlerdi. Olanları aktarırdı sırdaşı defterine. O güne tutmadığı günlüğü tutuyordu bu kez, ilk seferine. Şiirler yazardı, sözlerle süslerdi. Hatıralarını saklardı. Mesajlarını silmezdi. İlginçtir çağrılarının üzerine bile aramazdı bir kaç gün kimseyi. Listede onun en başta olmasını isterdi!
Derken artık kendi başladı şiir yazmaya. "Toz Pembe ve Eflatun"du bu şiir. İlk denemesiydi aşka. Duygularını ilk döküşü, kağıda. Kalemi aşkla ilk tutuşu. Olacak ya işte, ilki yaşattı birisi ona! Aşk bahane, oydu esas, gerçek dünya! Güneşin batışı vardı içinde. Gün batımıydı, evet. Yazdığında da şiiri. Şiirse o zamanı yaşıyordu adeta. Grubun tüm renkleri içindeydi şiirin. Yanık kızılı, kızıl kahvesi...
Sonra... Ayrılık vaktiydi. Şiir hasret kalmıştı yazılanına. Özlemişti duygularının kağıda serpiştiren kalp sevdiğini. Elbetteki biliyordu gerçekleri ama yine de özlemişti işte! Onun olamayacağını bile bile. Gizli, saklı. Üstü kapaklı, zincirli, kilitli. Kimsenin açamayacağı ve açmasına izin verilmediği ve verilmeyeceği... Bilmezlerdi bilenler onun yaralarını! Asıl ve gerçek yaşadıklarını... 7'di en sevdiği sayı. Sayılarla arası pek iyi değilse de harfler kadar muhabbeti vardı yediyle. 7... Bir çok kapının kilidi! Uğurluydu nazarında neticede. Yıllar geçti, geçip gitti. Arada dargınlık oldu kırgınlık ama en çok unutulmuşluk, yaşanmamışlık. Ve ilelebet böyle gidecekti artık, sanki. Ancak hiç umulmazdı o günün geleceği...
Hiç ummadığı zamanda bir aramaydı bu! Hiç aklında yokken nerden çıkmıştı şimdi bu..? Ama iyi ki çıkmıştı bi taraftan... Bi de eski dosyaları açmanın ne gereği vardı öte yandan. Zaman unutturmuşken unutulsaydı işte! Bi daha hatırla, bi daha anı tazele ve tekrar unut. Her aşk imkanlı olmuyor işte! Platoniği kabul etmeyen gülmesin birilerinin kadrajında ve sevilmişti onlarda birilerince belki de... Platonik yanında halt etmiş ama bu onun da imkansızıydı. Başka bir şeydi bu... Korkulur ama 7 sene geçti. Gözler bi kapanıp bi açıldı. Gece ve gündüz bilmem kaç kez eşitlendi. Ay tutuldu, güneş tutuldu, en son dedesi zamanında olan yıldız bile kaydı bu arada. O, yedi sene bekledi...
...ve tekrar kader onları biraraya getirdi. Bu kez farklıydı. Görüntü, yer ve zaman. Kişiler aynı, kişiler farklı, kişiler başka. Daha netti. Daha açık. Daha olgun. Azıcık dertli. Yarı kederli ama değerli. Derken bir gün batımıydı yaşadıkları. Güneş ışığı vurdu yüzüne ve kaybolup gitti, o da, aşkı da, sevdiği de. Ama olsun, yeterdi. O da kabulüydü. Dünya gözüyle bi kere daha görmüştü ya, buna da şükürdü! Anlattığı şiir sevdiği sayıyı bekledi ve şiir gerçekleşti, tıpkı o günki gibi ve bitti. Bilinmez, yaşanır mı aynısı. Birdaha kavuşurlar mı birbirlerine. O büyüttüğü aşk yaşlanır belki, insan kaderi girer bir toprağa. Kalbi de ruhu da o aşkla yanıp kül olur karışır toprağa. Ama tek bilinen o ki, asla birlikte olamayacakları. İmkansızlıkları. Ölüm ayırır elbet, aşkları ölmez belki. Hiç bir şeye mecali kalmadı yorulmuştur avuttuğu kalbi. O şiir bir besteydi ayrıca, şiirse yaşanmış bir gerçek. Gençtiler henüz ancak sahipti ruhları yaşlanmış bir yürekte. Ne vardı gölgesinde oynamasalardı dünyanın... Kalp sevmişti bi kere ne isyanın vardı suçu ne inkârın... Yaşanmış ve yaşanmaya devam edecek bir serüvendi bu, ne tesadüfî ne de olması gerektiği gibi... O'ndam sonra inandıracağını bilse de kendine, avuntu misali, asla O'nun kadar sevemeyeceği gerçeğine hazırlaması gibi. Çok sevmişti."
...ve tekrar kader onları biraraya getirdi. Bu kez farklıydı. Görüntü, yer ve zaman. Kişiler aynı, kişiler farklı, kişiler başka. Daha netti. Daha açık. Daha olgun. Azıcık dertli. Yarı kederli ama değerli. Derken bir gün batımıydı yaşadıkları. Güneş ışığı vurdu yüzüne ve kaybolup gitti, o da, aşkı da, sevdiği de. Ama olsun, yeterdi. O da kabulüydü. Dünya gözüyle bi kere daha görmüştü ya, buna da şükürdü! Anlattığı şiir sevdiği sayıyı bekledi ve şiir gerçekleşti, tıpkı o günki gibi ve bitti. Bilinmez, yaşanır mı aynısı. Birdaha kavuşurlar mı birbirlerine. O büyüttüğü aşk yaşlanır belki, insan kaderi girer bir toprağa. Kalbi de ruhu da o aşkla yanıp kül olur karışır toprağa. Ama tek bilinen o ki, asla birlikte olamayacakları. İmkansızlıkları. Ölüm ayırır elbet, aşkları ölmez belki. Hiç bir şeye mecali kalmadı yorulmuştur avuttuğu kalbi. O şiir bir besteydi ayrıca, şiirse yaşanmış bir gerçek. Gençtiler henüz ancak sahipti ruhları yaşlanmış bir yürekte. Ne vardı gölgesinde oynamasalardı dünyanın... Kalp sevmişti bi kere ne isyanın vardı suçu ne inkârın... Yaşanmış ve yaşanmaya devam edecek bir serüvendi bu, ne tesadüfî ne de olması gerektiği gibi... O'ndam sonra inandıracağını bilse de kendine, avuntu misali, asla O'nun kadar sevemeyeceği gerçeğine hazırlaması gibi. Çok sevmişti."
27 Ağustos 2012 Pazartesi
Bi Hoşnutsuzluk, Bi Tatminsizlik...
Malum, Teknoloji Çağı'ndayız. Bilişimimiz zengin, iletişimimiz mükemmel! Bi tıkla her şey tamam... Kasap dükkanları, züccaciyeler, tuhafiyeler, manifaturacılar, manavlar, hırdavatçılar, aktarlar mazide kaldı. Çünkü artık hepsi bi çatı altında! Avm'ler hepsini içine alıyor. Hem dükkan sahibiyle selamlaşmıyosun, hem hepsini tek tek gezmiyorsun. Atla arabana, doğru shopping center'lara... Hem zamanın kısıtlı hem bütçen!
Makineleşmiş insan modelinde kavrulup duruyoruz kendi yağımızda, kendi kabuğumuzda... Her şey o kadar kolay hale geldi ve getirildi ki artık elimizi kolumuzu oynatmaya, başımızı kaşımaya dermanımız da kalmadı mecalimiz de, yok takatimiz de... Bilmiyorum, sanırım kullanma kılavuzu da vermeliler miydi? Zira oruçtan sonra bilinçli yememek gibi bir şey bu. Hem yanlış hem ani hareketler yani... Tüm bu dükkanların yok olması, herkesin okumaya başlaması ve kent kültürünün yaklaşmasıyla tarım ve hayvancılık azalırken işsizlik baş gösterdi tabii haliyle. Çünkü herkes turizmci, herkes işletmeci!
90'larda topçu ya da popçu olmalıydın artık o da kesmiyor. Piyasada şarkıcıdan oyuncudan bol bir şey yok. "Sanatçı" olduklarını söyleseler bile, ortalık cadı kazanı gibi! Fokur fokur kaynıyor gün geçtikçe. Ekmek - aslan ilişkisi de kurulmuyor artık. Zira ne ağzında ne midesinde. Aslan ekmek beğenmiyor! Pasta terhimiz daha ziyade! Kepeklisine burun kıvırıyoruz, çavdarlısına gözlerimizi yumuyoruz, ayçekirdeklisine bile direniyoruz yeri gelince. Bulduk ve bunuyoruz artık maalesef, eski büyüklerimizin söyledikleri gibi...
Lüx eşyalar daha bi tercihimiz! Önceliklerimiz ve ihtiyaçlarımız daha sonra geliyor artık... Araba alıyoruz, zevkimiz hat safhada ama kiradayız senelerdir hala. Ipad alıyoruz kredi kartımız var ya nasıl olsa, cırt, işlem tamam! Ama o borçlar ödenmiyor senelerdir, birikiyor, bir de üstüne yetmezmiş gibi faiz biniyor. Ama bizim hala "iyi ki kredi kartımız var..."! Borçlu nefes alıp veriyoruz ama bize hala hava bedava su bedava... Umurumda mı dünya?!
Her neyse, avm kültürü eski merkezleri şehir dışlarına taşıdı ve şehir merkezleri yavaştan terk ediliyor artık. En ücra yerler değerleniyor bu yerler sayesinde ve yeni şehirleşmeye doğru kayıyoruz son zamanlarda, bilmem farkında mısınız? İş alanları makineleşme, teknoloji, işletme ve turizm sektörlerinde döner oldu. E, şartlar bizi de burnumuzu düşürsek almayız konumuna getirince ortaya "lüx'lük içinde yok böyle bi lüx!" tarzı bi yapılaşma çıktı. Dükkan olgusu yok artık... Bir yabancı veya popüler bir yerli şirketin dağıtımını üstleniyorsanız, yaşıyorsunuz bu hayatta! Onun dışında vitrinini özene bezene süslediğin çanta dükkanı, mankenlerini giydirdiğin bi konfeksiyon veya bijuteri veya butiksen ve adını çok sevdiğin birinin adını verdiysen ya da kendi soyadını... cık... tutmazsın... açmadan kapat derhal... bitti o devir! Bir taraftan, artık herkes okuyor, harici bir şeyler yapman lazım, farkındalık yaratmak adına... Dil ve bilgisayar herkeste, bunlar dışında üstelik! Lise mezunlarımız ve dahi ilkokul mezunları da iş beğenmiyorlar, ezmek gibi algılanmasın ancak üniversiteye okuyan adam da boşuna okumuyor hani... Üstelik liseyi bitiren iş yaşamına daha erken atıldığı için mezun olana kadar bizimki, o işinde yükseliyor. Onun ayakçılığını yapıyor... Gelen düzen bu, genel düzen de... Her yerde böyle artık! Bunun dışında ülke nüfusunun yarıdan fazlası belki işsiz... Çalışanlar da tesadüfe bakın, işlerinden şikayetçi. Bir tarafta biri iş bulamazken biri çalıştığı işinden memnun değil. Bu da sağlam bi lüx!
Kimse severek işini yapmıyor. Müşteri memnuniyetine de aksettiricesine. Müşteri veya dükkan misafiri güleryüzlü, baştacı değil, dedikodu malzemesi olmuş artık! Parasını aldıktan sonra arkasından müşteriyi çekiştiren dükkan sahipleri mevcut! Ondan sonra bu ülkede ne bereket olur ne sağlık afiyet tabii..! Herkeste veryansın, herkeste şikayet! Ne huzur kalır ne bereket! Bazen bu haksız yere şikayetten bize her şeyin müstehak olduğunu düşünüyorum. El kol kıpırdatmadan, her şeyimiz olsun mantığıyla hareketle. İşimiz var şükür demeyip, sevmeyip başkalarına göz etmekle, bizden yukarılara laf etmekle, işi severek yapmamakla ve hakkını vermemekle... Biz birden yükselelim, herkes iş güç sahibi olsun... Olsun ama şu durumda inanın çok zor! Her şey hazır ama olanağı kullanma takatimiz kalmadı artık. Her şey yattığımız yerden oluyor nasıl olsa... Kafamızı kaldıracak vaktimiz yok! Herkes elit, herkes seçkin artık, artist, herkeste bir gereksiz özgüven.... Birileri pohpohlasın, birileri ödün versin, birileri para versin, tolere etsin, göz yumsun, para kırpsın, göz kırpsın, torpil bulsun, haksız yere öne geçsin, göze girsin, söz versin, vesselam bi'tamam! Bu işler oldu artık böyle... Çark böyle dönüyor...
Gerçekler niye hep doğrudur ve acıdır? İçinde yaşadıkça acıyı daha çok yaşıyorsun, daha çok hissediyorsun! Biri selam verse misalen, arkasında bi neden ararız, sağlığımızı sorsa tanımadığımz biri "sanane, deli mi ne deriz" içimizden, "iyiyim, siz?"demeden... Ammaaannn... Hepimiz lüx'üz hiç düşünmeyin, boş verin gitsin... Makineler düşünür bizim adımıza, kredi kartımız da var gerektiğince nasıl olsa?!
Makineleşmiş insan modelinde kavrulup duruyoruz kendi yağımızda, kendi kabuğumuzda... Her şey o kadar kolay hale geldi ve getirildi ki artık elimizi kolumuzu oynatmaya, başımızı kaşımaya dermanımız da kalmadı mecalimiz de, yok takatimiz de... Bilmiyorum, sanırım kullanma kılavuzu da vermeliler miydi? Zira oruçtan sonra bilinçli yememek gibi bir şey bu. Hem yanlış hem ani hareketler yani... Tüm bu dükkanların yok olması, herkesin okumaya başlaması ve kent kültürünün yaklaşmasıyla tarım ve hayvancılık azalırken işsizlik baş gösterdi tabii haliyle. Çünkü herkes turizmci, herkes işletmeci!
90'larda topçu ya da popçu olmalıydın artık o da kesmiyor. Piyasada şarkıcıdan oyuncudan bol bir şey yok. "Sanatçı" olduklarını söyleseler bile, ortalık cadı kazanı gibi! Fokur fokur kaynıyor gün geçtikçe. Ekmek - aslan ilişkisi de kurulmuyor artık. Zira ne ağzında ne midesinde. Aslan ekmek beğenmiyor! Pasta terhimiz daha ziyade! Kepeklisine burun kıvırıyoruz, çavdarlısına gözlerimizi yumuyoruz, ayçekirdeklisine bile direniyoruz yeri gelince. Bulduk ve bunuyoruz artık maalesef, eski büyüklerimizin söyledikleri gibi...
Lüx eşyalar daha bi tercihimiz! Önceliklerimiz ve ihtiyaçlarımız daha sonra geliyor artık... Araba alıyoruz, zevkimiz hat safhada ama kiradayız senelerdir hala. Ipad alıyoruz kredi kartımız var ya nasıl olsa, cırt, işlem tamam! Ama o borçlar ödenmiyor senelerdir, birikiyor, bir de üstüne yetmezmiş gibi faiz biniyor. Ama bizim hala "iyi ki kredi kartımız var..."! Borçlu nefes alıp veriyoruz ama bize hala hava bedava su bedava... Umurumda mı dünya?!
Her neyse, avm kültürü eski merkezleri şehir dışlarına taşıdı ve şehir merkezleri yavaştan terk ediliyor artık. En ücra yerler değerleniyor bu yerler sayesinde ve yeni şehirleşmeye doğru kayıyoruz son zamanlarda, bilmem farkında mısınız? İş alanları makineleşme, teknoloji, işletme ve turizm sektörlerinde döner oldu. E, şartlar bizi de burnumuzu düşürsek almayız konumuna getirince ortaya "lüx'lük içinde yok böyle bi lüx!" tarzı bi yapılaşma çıktı. Dükkan olgusu yok artık... Bir yabancı veya popüler bir yerli şirketin dağıtımını üstleniyorsanız, yaşıyorsunuz bu hayatta! Onun dışında vitrinini özene bezene süslediğin çanta dükkanı, mankenlerini giydirdiğin bi konfeksiyon veya bijuteri veya butiksen ve adını çok sevdiğin birinin adını verdiysen ya da kendi soyadını... cık... tutmazsın... açmadan kapat derhal... bitti o devir! Bir taraftan, artık herkes okuyor, harici bir şeyler yapman lazım, farkındalık yaratmak adına... Dil ve bilgisayar herkeste, bunlar dışında üstelik! Lise mezunlarımız ve dahi ilkokul mezunları da iş beğenmiyorlar, ezmek gibi algılanmasın ancak üniversiteye okuyan adam da boşuna okumuyor hani... Üstelik liseyi bitiren iş yaşamına daha erken atıldığı için mezun olana kadar bizimki, o işinde yükseliyor. Onun ayakçılığını yapıyor... Gelen düzen bu, genel düzen de... Her yerde böyle artık! Bunun dışında ülke nüfusunun yarıdan fazlası belki işsiz... Çalışanlar da tesadüfe bakın, işlerinden şikayetçi. Bir tarafta biri iş bulamazken biri çalıştığı işinden memnun değil. Bu da sağlam bi lüx!
Kimse severek işini yapmıyor. Müşteri memnuniyetine de aksettiricesine. Müşteri veya dükkan misafiri güleryüzlü, baştacı değil, dedikodu malzemesi olmuş artık! Parasını aldıktan sonra arkasından müşteriyi çekiştiren dükkan sahipleri mevcut! Ondan sonra bu ülkede ne bereket olur ne sağlık afiyet tabii..! Herkeste veryansın, herkeste şikayet! Ne huzur kalır ne bereket! Bazen bu haksız yere şikayetten bize her şeyin müstehak olduğunu düşünüyorum. El kol kıpırdatmadan, her şeyimiz olsun mantığıyla hareketle. İşimiz var şükür demeyip, sevmeyip başkalarına göz etmekle, bizden yukarılara laf etmekle, işi severek yapmamakla ve hakkını vermemekle... Biz birden yükselelim, herkes iş güç sahibi olsun... Olsun ama şu durumda inanın çok zor! Her şey hazır ama olanağı kullanma takatimiz kalmadı artık. Her şey yattığımız yerden oluyor nasıl olsa... Kafamızı kaldıracak vaktimiz yok! Herkes elit, herkes seçkin artık, artist, herkeste bir gereksiz özgüven.... Birileri pohpohlasın, birileri ödün versin, birileri para versin, tolere etsin, göz yumsun, para kırpsın, göz kırpsın, torpil bulsun, haksız yere öne geçsin, göze girsin, söz versin, vesselam bi'tamam! Bu işler oldu artık böyle... Çark böyle dönüyor...
Gerçekler niye hep doğrudur ve acıdır? İçinde yaşadıkça acıyı daha çok yaşıyorsun, daha çok hissediyorsun! Biri selam verse misalen, arkasında bi neden ararız, sağlığımızı sorsa tanımadığımz biri "sanane, deli mi ne deriz" içimizden, "iyiyim, siz?"demeden... Ammaaannn... Hepimiz lüx'üz hiç düşünmeyin, boş verin gitsin... Makineler düşünür bizim adımıza, kredi kartımız da var gerektiğince nasıl olsa?!
23 Ağustos 2012 Perşembe
Dua
Canım, bi tıkırtı duydun mu sen de?
Yoksa "mutfakta biri mi var?"!
Bilmem ki, belki de tüm renklere aşık olduğum içindir
Kaybetmemin sebebi, yine de onlara tutunmamdır sıkı sıkı
Yenilgiyi yeneceğimin vesilesi...
Şiirlerimde konuşurum ya hani
Bazen kötü şeyler söylüyorum...
Yaşarım bazen karanlık kıyılarda, senden uzakta
Bir gölge ormanında kaybolurum ya hani
O sözler bir hiç aslında, değil çok sahi
Asıl canımı yakanlara zaten söylemem!
Allah biliyor yani...
Kalpten geçen bir bedduam yeter onlara!
Öyle içten, öyle can-ı gönülden söylerim ki...
Sanırım sen de biraz bu mahçubiyet, bu kabahat
Ruhunla verme mücadele, ayrılığa yöneliksin...
Aklımdan geçen kelama değil,
Kalbimden geçen bedduaya hasretliksin...
Canım, bi kıpırtı duydun mu sen de?
Yoksa "kalbimde biri mi var?"!
Bilmem ki, belki de insanlara aşık olduğum içindir
Yaşatmamın sebebi, yine onların zamana oranlarıdır belki yaşadıkları süreçte
Ne kadar ben varsam hayatlarında o kadar ederler'dir
Kim bilir belki de...
Şimdi... Kapıyı kilitle, lenslerini çıkar, kremini sür, saatini kur, dua et!
ve yarın bir kere daha...
Hiç yoktan yat kalk ve bana dua et!
ÇAtLAk KALEM 23 Ağustos 2012
Yoksa "mutfakta biri mi var?"!
Bilmem ki, belki de tüm renklere aşık olduğum içindir
Kaybetmemin sebebi, yine de onlara tutunmamdır sıkı sıkı
Yenilgiyi yeneceğimin vesilesi...
Şiirlerimde konuşurum ya hani
Bazen kötü şeyler söylüyorum...
Yaşarım bazen karanlık kıyılarda, senden uzakta
Bir gölge ormanında kaybolurum ya hani
O sözler bir hiç aslında, değil çok sahi
Asıl canımı yakanlara zaten söylemem!
Allah biliyor yani...
Kalpten geçen bir bedduam yeter onlara!
Öyle içten, öyle can-ı gönülden söylerim ki...
Sanırım sen de biraz bu mahçubiyet, bu kabahat
Ruhunla verme mücadele, ayrılığa yöneliksin...
Aklımdan geçen kelama değil,
Kalbimden geçen bedduaya hasretliksin...
Canım, bi kıpırtı duydun mu sen de?
Yoksa "kalbimde biri mi var?"!
Bilmem ki, belki de insanlara aşık olduğum içindir
Yaşatmamın sebebi, yine onların zamana oranlarıdır belki yaşadıkları süreçte
Ne kadar ben varsam hayatlarında o kadar ederler'dir
Kim bilir belki de...
Şimdi... Kapıyı kilitle, lenslerini çıkar, kremini sür, saatini kur, dua et!
ve yarın bir kere daha...
Hiç yoktan yat kalk ve bana dua et!
ÇAtLAk KALEM 23 Ağustos 2012
22 Ağustos 2012 Çarşamba
Bornozdaki Jel Kokusu
Ne çok korktum kurduğun büyük harflerden
Ne çok ürktüm yanındayken ayrılık şarkılarından
Bilakis üstüne basa basa söyledim notalarının...
Hakkını vere vere okudum kalbini, yaralarından...
Köpürttüm bu kez daha çok suyu
Isıttığın su daha iyi köpürdü haliyle!
Saçlarımın ucundan çağlayandı senin kokun
Şampuandan tenime damlayan, en özüyle...
Ylang ylang'tı özü jelin
Duyumsadığım bir ferahlık hissiyle
Sindi tenimden bornozuma
Aşkın özüydü bu, sabun köpüğüydü bu yüzden belki de
Ben lavanta severdim sen yasemin hani
Kokusu sinerdi duş sonrası odalara
Pamuklara sarardık birbirimizi sonra
Uçup giderdi en hafif bi rüzgârla...
Beyazdı, eflatundu ve sıklemendi anılar
Bilseydik sonunu yaşamazdık yalanları
Kimine göre rüyadır hani kimine göre kabus, zaman.
Sen benim anlamlandırdığım kadardın halbuki.
Biraz sahi, çoğu gerçek bir yalan!
Saçımda şampuan, bornozda jel kokusu kaldı nihayet
Kalbimde sana dair ne sevgi kaldı ne aşk ne de merhamet
Nefret yerinde bi kudret bazen, aşk koca bi muhabbet
Sana af da yok, çıkmaz da artık, dünyalıktın, kal orda müebbet!
ç. kalem 10.08.'12
Ne çok ürktüm yanındayken ayrılık şarkılarından
Bilakis üstüne basa basa söyledim notalarının...
Hakkını vere vere okudum kalbini, yaralarından...
Köpürttüm bu kez daha çok suyu
Isıttığın su daha iyi köpürdü haliyle!
Saçlarımın ucundan çağlayandı senin kokun
Şampuandan tenime damlayan, en özüyle...
Ylang ylang'tı özü jelin
Duyumsadığım bir ferahlık hissiyle
Sindi tenimden bornozuma
Aşkın özüydü bu, sabun köpüğüydü bu yüzden belki de
Ben lavanta severdim sen yasemin hani
Kokusu sinerdi duş sonrası odalara
Pamuklara sarardık birbirimizi sonra
Uçup giderdi en hafif bi rüzgârla...
Beyazdı, eflatundu ve sıklemendi anılar
Bilseydik sonunu yaşamazdık yalanları
Kimine göre rüyadır hani kimine göre kabus, zaman.
Sen benim anlamlandırdığım kadardın halbuki.
Biraz sahi, çoğu gerçek bir yalan!
Saçımda şampuan, bornozda jel kokusu kaldı nihayet
Kalbimde sana dair ne sevgi kaldı ne aşk ne de merhamet
Nefret yerinde bi kudret bazen, aşk koca bi muhabbet
Sana af da yok, çıkmaz da artık, dünyalıktın, kal orda müebbet!
ç. kalem 10.08.'12
20 Ağustos 2012 Pazartesi
17 Ağustos 2012 Cuma
Mutfak Kedisi
Sandığına bağlamıştı tüm umutlarını... Annesinden kalma, ona da annesinden kalmış, ceviz bir sandıktaydı hayalleri. Sarmaşıklar sarılmadan, geceler yorulmadan, şiirle ilgilenmeden evveldi en güzel yaşları onun için. Süsüne püsüne düşkündü. Kendini süslediği kadar evi de süslerdi. Gümüş takımlarla, Hint figürlü kül tablaları ve papirüslerle, led ışıklı minyatür ahşap maket gemileriyle, İngiltere mit'ine ait prenses ve prens figürlü, antik çağlardan kalma beyaz porselenlerle ve en çok sevdiği bol arplı beyaz melek biblolarıyla doluydu küçücük salonu. Baktıkça usanmaz, üstüne üstüne gelmez, oyalanırdı insanlar adeta. Ahşap boyama kursunda öğrendiği çatlatma tekniğiyle bir ayını almıştı tam, kapısının önündeki posta kutusu. Hafif bordo, vişne çürüğüydü tonları sık sık açılan ve koyulan. Üzerine pembe kadifeli güller kondurmuştu gelişine. Dans ediyorlardı adeta bir kınada gelinin üzerindeki fistanda dans eder gibi.
Sorsanız annesi dert ortağıydı. Sarılırdı, koklardı, saçını örerdi. Okşardı ruhunu, severdi, canını yerdi. Akşamları kremini sürerdi, otururdu divana onun için dua ederdi, albümleri karıştırırdı. Yarı ağlamaklı çağırırdı yanına, anıları canlandırırdı fotoğraflarda, detaya girerek anlatırdı da anlatırdı. Babası karpuz alandı, eve akşamları kavun getiren. Ekmek alan. Güçtü o. Evdeki yegâne kudret. Tesbihti biraz. Simgeydi. Varlığı yeterdi, evin içinde dolaşması. Bıyıklarını tarayıp geçerdi işinin başına. Televizyon karşısında balkabağı doğrardı...
Kendini bazen 3 yaşındaki oğlan çocuklarına benzettiği günlerden bi gün yine, ekmeğe sürerken döktü annesinin iki gün önce kaynattığı gül reçelini. Aklına hemen geçen sene terasta yediği bol sulu şeftali gelmişti. Üzerine dökmüştü, hemen çitilese de geçirememişti. En sevdiği tişörtü sünmüştü. Ama o biraz daha orantılı sünüşler yapmıştı tişörte biraz da şeftali suyunu bir motifle uygulamıştı. Neticede onu giyecekti artık. Gene el içine çıkabilirdi en sevdiğiyle. Sadece biraz görünümü değişmişti. Ama onu öyle de böyle de olsa seviyordu. Çünkü seviyordu! Üzerinde durmazdı belki sevmese. Çöpe atar geçerdi belki. Ya da saklardı onu ceviz sandığına. Safran lekesi ya da "şeytan işemesi"ni bile göze alırdı. Elinin altında olurdu en azından. Ama o giymeyi, üzerinde eskitmeyi yeğledi. Gül reçelli giysisini çöplerin birinde sakladığı gibi tıpkı!
Mutfak kedisiydi. Mutfak, dünyası. Çıkmazdı evinden pek sık öyle. Anca çarşamba ve cumartesi günleri çıkardı. Çarşamba pazara giderdi, evin ihtiyaçlarını karşılamk üzere. Cumartesi arkadaşlarıyla kek, börek yemeye, güne. Onun dışında takardı önlüğünü kenarları kırmızı beyaz ekose plili, reçel kavanozlarının kapağına sardığı kumaşlara benzerdi adeta, geçerdi ocağın başına. Bir gün patates, patlıcan, kabak, biber kızartmıştı. Bol sarımsaklı tuzlu bir yoğurtla, limonata eşliğinde. Kızartmayı severdi genelde yağda. Ancak su ile haşlanmışını severdi patlıcanın, fırında da tavuğu severdi. Biberin közüne de bayılırdı bu arada. Bir evin bir kızı. Hem kıymetlisi, hem ilk ve son göz ağrısı. Çocukluğu ve gençliği böyle geçti.
Sonra güneş kovaya battı, çıkardığında solmuştu çünkü çamaşır suyuydu su sandığı. Hayatın üzerine susamları döktü ve fırına vermişti ancak fırında balıklar vardı bu kez. Yenice yaptığı sigara böreklerini bir fiskede yiyen suçlulardı! ...ve tek celsede dikmişti dünyaya ait kavramları. Bir çırpıda, tek solukta, bir dokunuşta... Sihirli bi dokunuş değildi bu. Zaten büyüden nefret ederdi. Öyle masallardaki perinin elindeki değnek de yoktu elinde. Dostluğu, kardeşliği, vefasızlığı, riyakarlığı, yalanı evet özellikle yalanı hiç affetmedi zaten hayatında, varlığından en çok rahatsız olduğu kavramı da nasıl unutabilirdi ki... Hepsini bir arada dikti sonra sadece olumsuz olanları çıkardı aradan. Baktı hala ayrımcılık, kibir, ukalalık ve saygısızlık duruyor. Onları da kana acıta olsa çıkardı bir bir, ip elini kesti bu esna da. Cımbızla söktü belli bir noktadan sonra zorlanmaya başladığında. ve fırındaki pişti, suyu değiştirdi biraz kaynattı biraz durulttu hatta ve elindeki modele benzetti. Elinde ejderhayı kurbağaya çeviren absürdlükte bir kesim yoktu. Ya da küçük çocuğa bol gelse de giydirilen seneye de giyebileceği uzunlukta paçası kıvrılmış bir pantolon gibi sıradan değildi. Ezmişti, hırpalmıştı, ilgünki gibi olmazdı hiçbir şey neticede, hele ki zaman makinesinde, azcık kırpık kırpık olmuştu hatta uçları belki ama modaydı ve giydi zaten, haliyle yakışandı. Pazardan aldığı iki kuruşluk kıyafeti güzide, lüx, kimsede olmayan, yeni bir kreasyonuydu adeta ünlü bir modacının kendine tavsiye ettiği. Yok yok, hiç biri değildi. Ne çok sıradan, alelâde. Ne çok şatafatlı, görkemli. Bir fon kartonuydu modeli. İçinde ebruliden çokça renkli, bol keyifli, bir çocuğun hayallerini resmetmeden önceki hali. Taze, güngörmemiş, sıfır yani yepyeni... Ambalajı açılmamış arzuları vardı, hayalleri.
Ne var ki fırındaki yanmasa, güneş solmasa, pantolonu ayakları altına almasa çocuk, masalda olan şeyler gerçekten ilham almasa. Ne vardı zamanla sökülmese o diktikleri. Söktüklerinin(olumsuz şeylerin) yanına düşmese. Hepsi geçti birbirine, karıştı hepsi, darmadağınık bir vaziyette, öylece kaldı yanık... Gönül üşüdü, sevda yorgun, hayat üşendi, zaman yangın... Aşk koca bir hayaldi, yanıbaşında ama dağ misali kavuşmayan... Serzenişti hayat, biraz yanına alabildiğin umut, biraz dua bi o kadar da pişmanlık ve yakarış... Su serpercesine yüreğine, olgunlukla karşıladı başına gelenleri, algıladı ama o da silindi gitti hayattan... Zaman makinesine girmişti bi kere! Haliyle sonunu biliyordu en azından. Bu, ne mini fırınıydı mutfaktaki, ne de güneşi içine soktuğu kovaya benzerdi. Anladı biraz da ağladı hatta ama bilirdi ki gözyaşı biraz umut biraz var olma sevinci. Ama silip gitti hayat da onu. Her şey gibi, herkes gibi... Ne böbürlenen kaldı ne küçük dağları yaratma havasında olanlar... İncirler çuvalladı, çuvallandı. Berbat edildi ama incir cennete, çuvallayanlar başka bir yaşama gitti. İşin ilginç tarafıydı bu belki ama ortak bir kanaatti, muhalefet hayatta uzlaşılan bi noktaydı belki de tek(!) ve nihayetinde bu düzene de takıldı bir kulp, "kader kısmet" deyip geçildi...
15 Ağustos 2012 Çarşamba
Şanslısınız...
90'lar kimine göre pespaye bi sene kimine göre dağınık, kimisi için özel... Acısı ve tatlısıyla geçen bi seneler dizgesi neticede. Tıpkı 70'lerde, 80'lerde ve 2000'lerde olduğu gibi. Sıradan bi o kadar matrak bi sene. Talk showlar, kukla showlar, pembe diziler, pop müzik, karakteristik siyasetçiler, yılbaşı programları, oyunlar, yarışmalar, Conan'lar, Zeyna'lar, Herkül'lerle geçen zaman. Burada maksadım 90'ları anlatmak değil tabii bu sefer. Merak edenler "Retro Versiyon"a bi dönüp bakabilirler geçen aylarda yazılmış olan. Bu kez küçük anektodlar vermek tüm gayem. Bu detayları ucundan kıyından yakalayabildiyseniz o yıllarda ne mutlu size! Zaten ne kadar anlatılsa da anlaşılmaz o yıllar, yaşanır... 90'lı ve sonrasıysanız da zor ihtimallisiniz çünkü başında başlayan bi süreç bu! Bütünlüklü ve naif bir dönem...Elbette zorlu koşullar, büyük kayıplar yaşandı ama küçük mutluluklarla anmak istedim biraz da.
Haydi başlayalım öyleyse!
Haydi başlayalım öyleyse!
* Aldığınız cipslerden tasolar çıkıyorsa, bugs bunnie'li tweety'li. Hatta taso için cips tükettiyseniz...
* Minti sakızları... Nasıl unutulur dünya starlarının bir sakıza sığdığı, aldıysanız...
*Nilüfer'in "Yeniden Sev" albümünden bi şarkınız varsa o yıllarda size özel, severek dinlediyseniz...
*Sabah Gazetesi'nden yılbaşına özel "şarkıcı takvimi"nden aldıysanız her senenin açılışında...
*Donald Duck'lı iskambil veya pişpirik kağıtlarınız olduysa ya da Power Rangers'lı eşini bul kağıtları...
*Kaset bantları ve kalem arasındaki ilişkiye maruz kaldıysanız...
*Tarkan, Kenan Doğulu, Serdar Ortaç, Ebru Gündeş, Yeşim Salkım, Candan Erçetin ve daha pek çokları bu dönemde çıkış yaptılar piyasa, ilk albümlerini, şarkılarını, kliplerini hatırlıyorsanız...
*Spice Girls, Micheal Jackson ve Madonna taklidi yaptıysanız...
*Yerden Yüksek, Renkli İstop, Toplu saklambaç gibi eski oyunları yeni versiyonlarıyla oynadıysanız...
*"Çık çıkalım çayıra yem verelim ördeğe ördek yemini yemeden ciyak miyak demeden..." tekerlemesiyle başladıysanız ilk oyuna, ebe bulmak için...
*Susam Sokağı izlediyseniz sabahları...
*"Aslan Kral" belki de gittiğiniz ilk sinema filmlerinden...
*Yonca Evcimik'in, Ebru Yaşar'ın, Mustafa Sandal'ın hareketlerini taklit ettiyseniz...
*Tansu Çiller, Süleyman Demirel, Sezen Aksu, Seda Sayan'ın ses taklitlerini yaptıysanız...
*Okul çıkışlarında midye yediyseniz...
*Teneffüslerde bilye, mendil kapmaca, seksek, çinçan oynadıysanız...
*Mezuniyetlerde hatıra veya anket yazdırıp ya da gömleklerinizi imzalattıysanız keçeli kalemlerle, refillerle...
*Gri tabancalardan sıkılan sarı boncuklardan korktuysanız...
*Ev ekonomisi dersinde kumaş veya cam boyadıysanız ya da makrome yaptıysanız...
*İş teknik dersinde kıl testere ile çalıştıysanız...
*Koleksiyon için kokulu kağıtlar, peçeteler, sticker'lar, kartpostallar veya posterler biriktirip, arkadaşlarınızınkilerle takas ettiyseniz...
*Mukavva ünlü futbolcu, şarkıcı, politikacı maskeleri taktıysanız...
*Gazetelerle birlikte verilen karton evleri dekore ettiyseniz karton eşyalarla, kağıt bebekleri giydirdiyseniz, futbolcu çıkartmalarını toplayıp albümünüzü oluşturduysanız...
*Yummy yum, meybuz, buzparmak, doritos panço, sulugöz'ü de biliyorsanız....
*Süper Mario'yu, Street Fighter'ı atari kasetlerinden oynadıysanız...
*Albüm kartonetlerini kasetlerden çıkarıp sırt çantasında taşıdıysanız...
*Zerrin Özer'in Paşa Gönlüm, Barış Manço'nun Müsadenizle Çocuklar ve Yonca Evcimik'in 8.15 Vapuru kliplerini ezberlediyseniz...
*Haftasonlarında Polis Akademisi, Problem Çocuk, Richie Rich, Beethoven izlediyseniz...
*Parlament müziği hala kulaklarınızdaysa...
*Şimdiki popüleritesi ve besteleri uğruna kapısında yatıldığı düşünüldüğünde Nazan Öncel'in o dönemlerde yaptığı "politik eleştiri" unsurlu şarkılarını sansüre rağmen seviyorsanız...
*Telsim kullandığınız sırada karşı taraf kapalı olduğunda telesekreteriniz Fatih Terim, Cem Yılmaz, Ajda Pekkan ya da Beyazıt Öztürk ise...
*Aygaz kamyoneti sokağınızdan geçerken reklam sloganını o dönemde kınansa ve eleştirilere maruz kalsa da Seden Gürel'in söylediğini hatırlıyorsanız... (slogan yasağı)
*Tatlı Kaçıklar, Kaygısızlar, Evdeki Yabancı'dn küçük bi parça da olsa izlediyseniz...
*Odun-Kömür veya Gazyağı Sobası nedir, biliyorsanız...
*Adam Olacak Çocuk'la büyüdüyseniz...
*Boş bir kaseti ya da dinlemediğiniz bir kaseti dönemin radyolarda çalan, sevdiğiniz şarkılarıyla teypte record ve play'e basıp kayda aldıysanız...
*Eti Cici Bebe Hala vazgeçilmezinizlerden biriyse...
*Walkman- taşınabilir cdçalar/cdman-mp3 player kuşağından geçtiyseniz...
*Sanal bebek ve tetris oynadıysanız...
*Simpsons'lara bağımlılığınız oradan geliyorsa... Yani en azından çocukluğunuza inmemiz yeterliyse...
*O dönemin renkli'liğinden ve bol'luğundan kıyafetlerinizde yararlandıysanız...
*Elm Sokağı gerçekten (karanlıkta özellikle) tuvalet rutininizi etkileyen bi kabus haline geldiyse...
*Şimdiki popüleritesi ve besteleri uğruna kapısında yatıldığı düşünüldüğünde Nazan Öncel'in o dönemlerde yaptığı "politik eleştiri" unsurlu şarkılarını sansüre rağmen seviyorsanız...
*Telsim kullandığınız sırada karşı taraf kapalı olduğunda telesekreteriniz Fatih Terim, Cem Yılmaz, Ajda Pekkan ya da Beyazıt Öztürk ise...
*Aygaz kamyoneti sokağınızdan geçerken reklam sloganını o dönemde kınansa ve eleştirilere maruz kalsa da Seden Gürel'in söylediğini hatırlıyorsanız... (slogan yasağı)
*Tatlı Kaçıklar, Kaygısızlar, Evdeki Yabancı'dn küçük bi parça da olsa izlediyseniz...
*Odun-Kömür veya Gazyağı Sobası nedir, biliyorsanız...
*Adam Olacak Çocuk'la büyüdüyseniz...
*Boş bir kaseti ya da dinlemediğiniz bir kaseti dönemin radyolarda çalan, sevdiğiniz şarkılarıyla teypte record ve play'e basıp kayda aldıysanız...
*Eti Cici Bebe Hala vazgeçilmezinizlerden biriyse...
*Walkman- taşınabilir cdçalar/cdman-mp3 player kuşağından geçtiyseniz...
*Sanal bebek ve tetris oynadıysanız...
*Simpsons'lara bağımlılığınız oradan geliyorsa... Yani en azından çocukluğunuza inmemiz yeterliyse...
*O dönemin renkli'liğinden ve bol'luğundan kıyafetlerinizde yararlandıysanız...
*Elm Sokağı gerçekten (karanlıkta özellikle) tuvalet rutininizi etkileyen bi kabus haline geldiyse...
Şanslısınız!
13 Ağustos 2012 Pazartesi
Can Ciğer Yaprak Sarması!
Hayat bir rüzgar... Bizlerse sürükledikleri tozlar, alüvyonlar... Götüreceği yer esmeden önce belli! Sadece biz bunun farkında değiliz. O yüzden bu şaşırma, bu fiziksel tepki, bu ruh yaşlanması. Toz haline gelmeden önce bir kayadaydık. Sağlamdı o. O aileydi çünkü. Bizi var eden ve daima yanımızda. Hep birarada. O sağlamdı, güçlü. Sonra birer ikişer ayrılarak toz haline geldik işte. Rüzgar kayayı götüremezdi ama kumu çakılı götürürdü neticede. Bu bilinmiyor muydu sanki? Gayet de iyi biliniyordu. Her şey olması gerektiği gibi. Derken, küçük küçük hortumcuklar oluşturuyodu rüzgar ara sıra. Nerede ne kadar kum, çakıl, toz varsa belli parçaları biraraya getirerek dönüyordu her hortum kendi arasında. Küçük küçük daireler çiziyordu, yön veriyordu kuma ve çakıla. Sonra... Sonra da savurup atıyordu işte oraya buraya. Kafasına göre. Olur'una gidiyordu çoğu kez, akışına. Yarı planlanmış, yarı alelâde. Ama bu bizim ya gönlümüze göre oluyordu ya da göz göre göre... Ne tesadüf değil mi? Hayat, hayatın içindeki pek çok şeye ne kadar çok benzemekte!
O hortum aslında sürekli oluşur ama size dönemseldir. Daima birileri yer değiştirir. Sıra sizdeyken ürkersiniz. Özlem duyarsınız yanınızda olmayanlara, özlersiniz. Yanınızda olanları pek umursamazsınız oysaki özlediklerinizdir. İllaki ayrı düşmek gerekir sevginin belli olması için! Oysaki ayrılığı da istemezsiniz. Zıtlıklar dünyasında. Bir zıtlık da siz sürersiniz piyasaya! Sıra size gelir yine dönemsellikten koparak ve yeni bi çevre edinirsiniz. Ama siz o hortumun içindesiniz. İçinde olmayınca başkaları içinde. Ve siz içindeyken, içindeki diğerleri değişmekte. Az olsun öz olsun istersiniz genellikle. Canın ciğerin olur birileri ve gerçektir o, sağlamdır. Genellikle de gençlik yıllarına tekabül eder bu sağlam dostlukların kalıcılığı... Lisedir mesela. E ne de olsa hepimiz için başkadır, bir başkadır gençlik yılları, bambaşkadır lise yılları... En başka! Öyle öyle toplarsın can'ları ciğer'leri hayatın dönemselliği içinde. Ve en'lerin olur hepsi, ayrı ayrı, her biri...
Bazıları eti sever, bazıları sebze ağırlıklı yer. Ben de bu yaz sıcaklarında hafif sebze yemekleri tüketilmeli diyenlerdenim, belki biraz da vejetaryenlik etkisidir ancak kuzu sarması yerine yaprak sarmasını tercih ettim sadece(!) Nam-ı diğer Zeytinyağlı... Şaka bir yana kuzu daha lezzetlidir tabii ki ama ender bulursunuz. Ayrı düşünce özlediklerinizden hani! O yüzden kifayeti yüklüdür, ağırdır manası bu sözün. Daima bulunsa da değeri olmazdı gerçi bu kez. Yine kıymetlidir yani kuzu sarması. Bazen sanırsınız, değildir halbuki. Anlarsınız zamanla. Bazen iş işten geçer bazen zararın neresinden dönseniz kârdır elbette ki. Yine kuzu sarması çekse de canınız, ya kursağınızda kalır ya yemeden dizilir boğazınıza, "helal" diyeniniz de olmaz sırtınızı sıvazlayarak hatta! Kuzu bulamazsanız yaprak yiyin, "ekmek bulamazsanız pasta" gibi oldu bu da. Gerçi ikamesi değil tabii hiç bir zaman olamaz da. Ama kuzu bulduysanız ne yaprakla kıyaslarsınız ne de bir başkasıyla! O yüzden değeri ayrı'laşır, o yüzden gelir tadı bir başka! Bulamadıysanız, Yalancı Dolma da yeseniz lezzetlidir, bu vakitten sonra! Limon sıkın siz gene, güzel olur sarmaya. Ben ne sıktım sararken ne de terbiye ettim zeytin yağı gibi üste çıkarak... Olur'una bırakın gitsin ya da fazla sar'madan, kayıp gider nasıl olsa boğazınızdan, kaybını yaşayarak ve yaşatarak!
O hortum aslında sürekli oluşur ama size dönemseldir. Daima birileri yer değiştirir. Sıra sizdeyken ürkersiniz. Özlem duyarsınız yanınızda olmayanlara, özlersiniz. Yanınızda olanları pek umursamazsınız oysaki özlediklerinizdir. İllaki ayrı düşmek gerekir sevginin belli olması için! Oysaki ayrılığı da istemezsiniz. Zıtlıklar dünyasında. Bir zıtlık da siz sürersiniz piyasaya! Sıra size gelir yine dönemsellikten koparak ve yeni bi çevre edinirsiniz. Ama siz o hortumun içindesiniz. İçinde olmayınca başkaları içinde. Ve siz içindeyken, içindeki diğerleri değişmekte. Az olsun öz olsun istersiniz genellikle. Canın ciğerin olur birileri ve gerçektir o, sağlamdır. Genellikle de gençlik yıllarına tekabül eder bu sağlam dostlukların kalıcılığı... Lisedir mesela. E ne de olsa hepimiz için başkadır, bir başkadır gençlik yılları, bambaşkadır lise yılları... En başka! Öyle öyle toplarsın can'ları ciğer'leri hayatın dönemselliği içinde. Ve en'lerin olur hepsi, ayrı ayrı, her biri...
Bazıları eti sever, bazıları sebze ağırlıklı yer. Ben de bu yaz sıcaklarında hafif sebze yemekleri tüketilmeli diyenlerdenim, belki biraz da vejetaryenlik etkisidir ancak kuzu sarması yerine yaprak sarmasını tercih ettim sadece(!) Nam-ı diğer Zeytinyağlı... Şaka bir yana kuzu daha lezzetlidir tabii ki ama ender bulursunuz. Ayrı düşünce özlediklerinizden hani! O yüzden kifayeti yüklüdür, ağırdır manası bu sözün. Daima bulunsa da değeri olmazdı gerçi bu kez. Yine kıymetlidir yani kuzu sarması. Bazen sanırsınız, değildir halbuki. Anlarsınız zamanla. Bazen iş işten geçer bazen zararın neresinden dönseniz kârdır elbette ki. Yine kuzu sarması çekse de canınız, ya kursağınızda kalır ya yemeden dizilir boğazınıza, "helal" diyeniniz de olmaz sırtınızı sıvazlayarak hatta! Kuzu bulamazsanız yaprak yiyin, "ekmek bulamazsanız pasta" gibi oldu bu da. Gerçi ikamesi değil tabii hiç bir zaman olamaz da. Ama kuzu bulduysanız ne yaprakla kıyaslarsınız ne de bir başkasıyla! O yüzden değeri ayrı'laşır, o yüzden gelir tadı bir başka! Bulamadıysanız, Yalancı Dolma da yeseniz lezzetlidir, bu vakitten sonra! Limon sıkın siz gene, güzel olur sarmaya. Ben ne sıktım sararken ne de terbiye ettim zeytin yağı gibi üste çıkarak... Olur'una bırakın gitsin ya da fazla sar'madan, kayıp gider nasıl olsa boğazınızdan, kaybını yaşayarak ve yaşatarak!
10 Ağustos 2012 Cuma
Şiir Potporisi
Kimi eksik bunların, kimisi yetim kalmış küçük yaşta. Yılın belirli günlerden nasiplerini alarak yazılmışlar. Yazıldıkları günler belli değil ama isimleri unutulmamış, şükür ki ayakta! ve okursanız paylaşıldıkça can bulmakta... Kalemi çatlatan hayata dair sözleri, şiirleri derledim bu kez. Seslendim kalbinize; dokundum sevdanıza... Aşka ve hayata dair... Manzumelerle, nazımlarla...
Kimseye gereğinden fazla değer verme...
İyilik yap ama ayarını kaçırma
Samimi olma öyle pek çok, canını veresiye
Kendini hırpalama!
Yaş ve zamana destek sağlama böylece
Hep mesafeli ol, arayı koru
Ne soğut arayı ne de fazla ısıt
Kaynatma, abartma; ölçünü bil...
Duruşun mesafeli, yarışın seviyeli olsun.
Unutma, fazla iyilik göz çıkartır
Fazla samimiyetten maraz doğar...
Bir de unutmadan, seninle ilgili söylenene pek kulak asma!
Sen kendini bil yeter, herkes bunu bilse zaten olmazdı kibir, haset, fesat ve gıybet!
Sessiz ol "pısırık"; Konuş "geveze"sin; ama unutma hep sen "ebe"sin!
Bu yüzden, hayat senin, gönlüne göre yaşa!
(İğnesi de Kendime Çuvaldızı da)
*** ***** ***
Duygularım şarkı olsa sığmaz yedi dakikaya
Film olsa kısa metraj yetersiz kalır yanında...
Kimseye gereğinden fazla değer verme...
İyilik yap ama ayarını kaçırma
Samimi olma öyle pek çok, canını veresiye
Kendini hırpalama!
Yaş ve zamana destek sağlama böylece
Hep mesafeli ol, arayı koru
Ne soğut arayı ne de fazla ısıt
Kaynatma, abartma; ölçünü bil...
Duruşun mesafeli, yarışın seviyeli olsun.
Unutma, fazla iyilik göz çıkartır
Fazla samimiyetten maraz doğar...
Bir de unutmadan, seninle ilgili söylenene pek kulak asma!
Sen kendini bil yeter, herkes bunu bilse zaten olmazdı kibir, haset, fesat ve gıybet!
Sessiz ol "pısırık"; Konuş "geveze"sin; ama unutma hep sen "ebe"sin!
Bu yüzden, hayat senin, gönlüne göre yaşa!
(İğnesi de Kendime Çuvaldızı da)
*** ***** ***
Duygularım şarkı olsa sığmaz yedi dakikaya
Film olsa kısa metraj yetersiz kalır yanında...
Sanat aşkın; spor sağlığın göstergesiyse
İşin, hayatın; mutluluğun formülü olduğu kesin!
İşin, hayatın; mutluluğun formülü olduğu kesin!
Ama kader mi mani öyleyse duruma irade mi idaresiz kullanılmakta?!
Memleket kırık aşk hikayesiyle dolu
Bu yüzden mi "absürd" dizilere rağbet fazla?!
Onu bunu bilmem ama şaşkınlık dizboyu, ikilem her tarafta!
(Düğmesi Bozuk Gönüller)
*** ***** ***
Artık cümlelerin bile içten değil
Samimi gelmiyor hiç anlattıkların
Artık cümlelerin bile eskisi gibi değil
Bahane, mazeret, pişmanlıkla birarada kaldın!
Beni kimler alıştırdı bu kalp ağrısına bir bilsen
Uçuklar belki kabuğundan bile dudakların
Ben kanıksadım merak etme, zulümleri
Memleket kırık aşk hikayesiyle dolu
Bu yüzden mi "absürd" dizilere rağbet fazla?!
Onu bunu bilmem ama şaşkınlık dizboyu, ikilem her tarafta!
(Düğmesi Bozuk Gönüller)
*** ***** ***
Artık cümlelerin bile içten değil
Samimi gelmiyor hiç anlattıkların
Artık cümlelerin bile eskisi gibi değil
Bahane, mazeret, pişmanlıkla birarada kaldın!
Beni kimler alıştırdı bu kalp ağrısına bir bilsen
Uçuklar belki kabuğundan bile dudakların
Ben kanıksadım merak etme, zulümleri
Sen başını kayır ki feci alışkanlık yaparım!
(Enikonu Yitik Sevdalara Eli Kolu Bağlı Duramamak)
*** ***** ***
Yüreğin ağlasa da gözümün içine baka baka mutluluklar dileyeceğin yürek var sen de...
Ne cesursun, ne kahraman, ne mağrursun, gurur duydum seninle!
Seninle olamayacağı için gerisini hiçe sayan bir aşk var bende de
Burnunu düşürsen de bırak, alma yerden, sadakan olur belki, bellimi olur, bir fakire!
(Duymak İstediklerini Söyledim)
*** ***** ***
Ancak kendimizi zehirliyoruz kimyasallarla
Doğa dahi doğal sunuldu
Hastalıkları çoğaltan biziz, çeşitlerini artıran da
Kimyasallarla birbirimizi zehirlemekteyiz
En çok da üç kuruşluk para uğruna!
Oysaki para sadece burada bir araç...
Sen devam et bakalım, işliyor sayaç!
Böcekler, tavuklar, kuşlar ve danalar ve dahi domuzlar
Mısırlar, peynirler, sular bile şu haliyle daha temiz, bizdeki kafalardan!
Zeytinlerin içi siyah kumaş boyası, pul bibere takviye kiremit tozu
Baklava üstü antep fıstığı yerine bezelye, beleşe buz kalıp jetonla arama hatta müzik kutusu
Otoparkçılara çalışan müsil içirilmiş yavru güvercin ve kakası
Söyleyin şimdi bu neyin kafası?
(Neyin Kafası?!)
(Enikonu Yitik Sevdalara Eli Kolu Bağlı Duramamak)
*** ***** ***
Yüreğin ağlasa da gözümün içine baka baka mutluluklar dileyeceğin yürek var sen de...
Ne cesursun, ne kahraman, ne mağrursun, gurur duydum seninle!
Seninle olamayacağı için gerisini hiçe sayan bir aşk var bende de
Burnunu düşürsen de bırak, alma yerden, sadakan olur belki, bellimi olur, bir fakire!
(Duymak İstediklerini Söyledim)
*** ***** ***
Ancak kendimizi zehirliyoruz kimyasallarla
Doğa dahi doğal sunuldu
Hastalıkları çoğaltan biziz, çeşitlerini artıran da
Kimyasallarla birbirimizi zehirlemekteyiz
En çok da üç kuruşluk para uğruna!
Oysaki para sadece burada bir araç...
Sen devam et bakalım, işliyor sayaç!
Böcekler, tavuklar, kuşlar ve danalar ve dahi domuzlar
Mısırlar, peynirler, sular bile şu haliyle daha temiz, bizdeki kafalardan!
Zeytinlerin içi siyah kumaş boyası, pul bibere takviye kiremit tozu
Baklava üstü antep fıstığı yerine bezelye, beleşe buz kalıp jetonla arama hatta müzik kutusu
Otoparkçılara çalışan müsil içirilmiş yavru güvercin ve kakası
Söyleyin şimdi bu neyin kafası?
(Neyin Kafası?!)
8 Ağustos 2012 Çarşamba
Göz Açıp Kapayıncaya, Gönül Katlanıncaya, Gelin Ata Bininceye Kadar Zaman...
"Zihnine sağlamca odaklanıp, kapadığın veya kapamaya çalıştığın veya kapamaya çalıştırılan odaların içinden yeniden geçip; beyin gücüne göre geçmiş tecrübelerine dayanan gözlemlerini ve beş duyu hissini yönetebilirsen anılar canlanır ve ben zaten yanında olurum, hissedersin." (Hangi kafayla yazdım sormayın, ben de bilmiyorum) Unutma, zamanın içindeyim... Unutma, seninleyim... Hani derler ya görmeyen göz katlanır. O göz sana ait. O göz içinde aslında. Ya açık tutarsın onu ya da kapalı. Kapalı tutarsan, "gözden de ırak olur, gönülden de..." Açık olursa, zaman-mekan farketmeden zaten seninle! İşte bu yüzdendir gönülde yakınlık zaman-mekan ilişkisi. Bazılarını zihninde açık tutarsın, daima aklındadır, aklındasındır. Empati sempati dünyası! Ve bazılarının yanındayken yakınısındır sadece... Ruhu yanında olmaz bazen. Bazen seni yanında sanır. Önemli olan uzaktayken bile yanında hissetmek. Zaman çabuk mu geçiyor. E hayat da kısa. Doğru orantısı tamam! Ama sen bu kısalığı göz açıp kapayıncaya kadar bile sığdırabilirsin. Bırak, zaten gelin ata, damat yata biner. Sen bata çıka kendi başını kayır! -Bu dünyaya geldiysen iyi kötü bi kaderin vardır en azından. Ne de olsa, kaderiyle birlikte doğar her insan.- Bunun için, püf noktası da sensin işin ana kumandası da... Pi sayısı bile sensin hatta! Sağlamanı yap, adımını at! Olanla, ölene çare yok. Olmayacak diye de bi şey yok! Önemli olan uzağı yakın edebilmek... Kumanda edersin işte o zaman, zamanı da yeri de şartları da... Ben zaten gülümsüyorum sana, sana ait o oda da... Beyin gücünle deneyimlerini harekete geçirirsen ben zaten işte ordayım! Senden bile yakınım sana, yanında...
ve kaçışımız... Malum, dünya bi muamma, bi bilinmezlik, bi kendini bilmişlik... Şu muamma dünyada bazılarımız muammalardan sıkıldığı için uğraşmak istemez çoğu kez, bir şeylerle. Sıkılır, daralır, bunalır... Azim çürük, hırs yok, endişe-kaygı-telaşe zaten yetiyor bi şeylere; zar zor yetişiyor hatta o şeylere. Stoklarla sınırlı haliyle... Aslında sonu bilinen bilinmezliklerden sıkılır bünye. Yeterince muammada yaşıyor zaten ruh1 Adam haklı! N'apsın?! O bu'nu tek eline almış oynuyor, bu şu'nun tek elinde; tamam da, zaman-hayat kimin tekelinde?! ...ya da tek elinde?!
Mutlu kalın.
Yanımdan ayrılmayın,
Yanınızdayım!
ve kaçışımız... Malum, dünya bi muamma, bi bilinmezlik, bi kendini bilmişlik... Şu muamma dünyada bazılarımız muammalardan sıkıldığı için uğraşmak istemez çoğu kez, bir şeylerle. Sıkılır, daralır, bunalır... Azim çürük, hırs yok, endişe-kaygı-telaşe zaten yetiyor bi şeylere; zar zor yetişiyor hatta o şeylere. Stoklarla sınırlı haliyle... Aslında sonu bilinen bilinmezliklerden sıkılır bünye. Yeterince muammada yaşıyor zaten ruh1 Adam haklı! N'apsın?! O bu'nu tek eline almış oynuyor, bu şu'nun tek elinde; tamam da, zaman-hayat kimin tekelinde?! ...ya da tek elinde?!
Mutlu kalın.
Yanımdan ayrılmayın,
Yanınızdayım!
6 Ağustos 2012 Pazartesi
Beni Oku!
“Bıçak, kemik, kemik, bıçak, sabır,
tükenmek, tükenmek, sabır, masal, hikaye, hikaye, masal, say baştan... İşi sadece
Allah’a kalan Türk milletinin Allah yar ve yardımcısı olsun.”
Bir masalın öyküsü ya da hikayenin öyküsüdür bu... Uzuunn bir öykü. Modernizmden alamamış nasibini veya çağın olgunlaşan şartlarından işte. Hala eski yöntemlerle yerinde saymakta, bu şekilde işlemekte. Gencecik yaşta daha hayata bile atılmamış adımlarda başlayan bi yolculuğun öyküsü. Çoğu zaman hayatta 70’inde giyilen beyazın, 18’lik öyküsü bu. Al kanın öyküsü. Zor koşullarda yetiştirilen, ne emeklerle büyütülen ama sonu hiç’e kayan bir ömrün tek bir ana sığdığı öykü bu.
Keşke yazılmasaydı şu yazı! Keşke okunmasa cümleler. Keşke duyulmasaydı sözcüklerin etkisi... Keşke yazılmasaydı bu kader. Keşke, keşke… "Keşke değil iyi ki demeliyiz" diyoruz ya hani, milyon kere "keşke" işte bu sefer! “Keşke” demekle geçiverse bu derin yara keşke. Geçmeyeceğini bile bile, çözüm yolu olmayacağını göre göre keşke. Birçok öyküsü vardır ya hayatın. Bu en hazinlerinden işte… En güzel yıllarıdır bir erkeğin. En verimli çağındadır oysaki. Gençtir, “ne iş olsa yapar”. Canı pahasına bile olsa! Kaybedilen topraktır o oysaki! O'dur! Kim demiş toprak kaybetmiyoruz diye. Mademki topraktan var olduk. Toprağın âlâsıdır bu işte! Bir de taarruza geçiyoruz sonrasında, kaybettiklerimize öc! Göstermelik güçlerle, vicdan rahatlasın diye… İş işten geçiyor, eşek Niğde’den geliyor; iş çığırından çıkıyor, eşek sudan geliyor ama yine eşek yine!
Mehmet Bey’in hikayesi değil bu... Çünkü henüz o mertebeye ulaşamadı! Çünkü ileride büyük bir ikramiye kazanacak kadar bi hayatı; dahi ayak işlerinden o makama kadar yükselecek bir iş yaşamı olamadı. Kaderi zaten satmıştı, terk etmişti onu doğuşunda! Dolayısıyla prestijini sağlayamadı! İcraatinden yoksun bir hayaldi belki sadece. Sevmezdi zaten ikramiye oynamayı. Parasını çula çaputa yedirmezdi. Hayatını idame ettirecek elzem şeylere verirdi parasını, öyle sağa sola harcamaz, çar çur etmezdi. Arada duyardı bey lafını. Okuldaki öğretmenleri söylerdi bir soru soracağı vakit sözlüde ya da babası kinayeli konuştuğunda sarfederdi, kendine dokundurulan bir cümlenin virgülü öncesinde... Yakıştırırdı da kendine halbuki. Hoş unvandı neticede. İleride büyük bir iş hayaline dahi yenik düşeceğini de bilse yine de güzeldi hayalini kurmak. Hele ki o yaşta! Biliyordu o yaşın ona birdaha verilmeyeceğini. Farkındaydı yaşının geri gelmeyeceğini. Velhasıl, ayrı bir tattı. Hayal şarttı. Beylik laflar da etmezdi hani. Bilirdi ama tüketmezdi. Bir pürüz vardı zira işe başlamadan önce. Zorlu bir engebe. Ülkemizde “korku” ve “cesaret”in birleştiği nokta! Kahraman Mehmet, Mehmetçik… -çik “yazık, zavallıcık…” anlamında değil tabii ki. Onuruyla, vatanı uğruna gururla taşıdığı aşkı için ölmek. Yaştan dolayı biraz. Ama 18 yaşında Ali olur bu, etrafındakilerin 5 yaşındayken çağırdıkları haliyle Aliş; ama 23 yaşındaki Serkan olur bu, lise arkadaşlarının ağzıyla nam-ı diğer Serko. Sonunda ya bey olur ya ağa. Ama sevilen olur ama sevilmez hiç. Başında bay, beyefendi eklenir bazen. En son "merhum" eklenir ismin başına ve çekilir hayattan işte! Ama Mehmetçik işte. Belli bir yaşa gelince isim değişikliği. O ocakta öyle olur. Ölüm haberinde anonse edilir bu şekilde. Ertesi günü unutulur gider, silinir gündemden ama asker ocağından aile ocağına bir mayındır aniden lavlar halinde fışkıran, apansız, dağıtan. Haberde acıtasyonun malzemesi oldu kerelerce, kendi alanında demagojinin ötesine geçemedi genellikle. Şarkılar yazıldı üstüne, eserler sahnelendi, gösterime girdi beyazperdede, ağıtlar yakıldı yakılan yüreklerden çıktı bir avazda, çığlık gibi, ama yine de bir masalın içinde bir başka masal olmaktan çıkamadı, kara bir mizah konusu ya da sadece. Mehmet Bey olmadan önce idare etmeliydi vaziyeti, Mehmet Bey olmadan da hatta. Henüz en güzel öğrencilik yıllarından sonra. Eli silah tutmalıydı, ayakları postal… Kar görmeliydi memleketi dışında. Biraz burnu sürtülsündü, biraz yüreği burkulsun. Hasret çeksindi, gurbet görsündü, azıcık büyüsündü. Sorumluluk alsındı. Her birinin öyküsü vardı üstelik. Birbirinden farklı. Kimi yeni atmıştı kepini, mezuniyetini kutlamıştı geçen aylarda. Kimi yeni nişanlanmıştı. Evlilik seneye idi, kısmetse. Kimi çocuğunu bırakıp gelmişti, gözü arkadaydı anlayacağınız. Kimi eşinden ayrılmıştı, kimi henüz yeni kaybetmişti babasını. Hepsi biraradaydı. Tanışıktı. Reşitti ve "eşitti"... Emeklemeye başladığı günleri hatırlamazdı belki ama anlatılanları hatırladı bir gece başını yastığa koymadan önce. Ranzaydı yattığı, tıpkı yatılı okulda kaldığı günleri hatırlatır gibi. Uykuydu en tatlı olan o yaşlarda ya, belki hiç göremediği rüya vardı içinde belki de en çok görmek istediği. Hayalleri karışmıştı hatta uykusuna bu kez, hasreti vardı içinde, gurbeti bolca, bir tutam umut vardı içinde, özlemi, duyguları hepsi içindeydi yorgunluğu da dahil. Uyku fazla derindi bu kez. Ne ailesinin yanındaki sıcacık uykuydu bu, yorganına gömüldüğü. Ne emekliliğini hayal ettiği günlerdeki "günlerin bi öneminin olmadığı" bi öğlen saatine denk geldiği bi uykuydu. Yaşamın iki çizgisindeki mecburi bi yoldaydı bu uyku. Ya vardı, ya yok! Gencecik bir bedende yeşerdi tüm umutları yine de, her şeye rağmen. Her şeyden haberi vardı, bildiği halde memleketinin halini teslim olmaktı düzene, gereklerine, sistemin âdetine! Alet olmaktı işte, "herkesin" olduğu gibi... Bir hayali vardı önünde uzunca yaşadığı; ya olacaktı, ya olmayacak! Hayali muallakta, epeyce bi çelişkide... Beline kadar saplandı, bataklıkta. Biçare ama yine de bi yardım eli beklemekte!
Ve devraldım kalemi yine:
“Toprak kaybetmiyoruz sözde!
Ama aslında hergün bir toprak kaybediyoruz, bir canda, bir bedende.
Topraktanız malum, toprağız. Kim demiş toprak kaybetmiyoruz diye!
Her gün toprak kaybediyoruz. Masum, masumane…
Gururlu, gencecik ama gönülleri yüce taşar sığmaz nice yiğitler gidiyor hiç yere!
Sen görevini vatanın sağlığı için yapıyorsun ya bir de
Ne vicdan kalıyor ne kalp ne de düşünce bizde!”
ve Bir Sezen Aksu Şarkısı istiyor gönül, sözlerinde seyahate çıkmayı, bi kere daha düşünmeyi, derinlere inmeyi temenni etmek üzere…
“Toprak kaybetmiyoruz sözde!
Ama aslında hergün bir toprak kaybediyoruz, bir canda, bir bedende.
Topraktanız malum, toprağız. Kim demiş toprak kaybetmiyoruz diye!
Her gün toprak kaybediyoruz. Masum, masumane…
Gururlu, gencecik ama gönülleri yüce taşar sığmaz nice yiğitler gidiyor hiç yere!
Sen görevini vatanın sağlığı için yapıyorsun ya bir de
Ne vicdan kalıyor ne kalp ne de düşünce bizde!”
ve Bir Sezen Aksu Şarkısı istiyor gönül, sözlerinde seyahate çıkmayı, bi kere daha düşünmeyi, derinlere inmeyi temenni etmek üzere…
"Memet bir türlü gitmiyor; gözün, gözümden...
Hiç büyümemişsin, tanıdım çocuk yüzünden!
Kan geldi kederden, can özümden
Sen anacığını düşün, çok dikkat et!
Hiç büyümemişsin, tanıdım çocuk yüzünden!
Kan geldi kederden, can özümden
Sen anacığını düşün, çok dikkat et!
Memet, daha çok küçüksün Memet...
İnsan soyu böyle en nihayet.
Öteki de sen, beriki de sen…
Kendini de, bizi de, dünyayı da affet!"
İnsan soyu böyle en nihayet.
Öteki de sen, beriki de sen…
Kendini de, bizi de, dünyayı da affet!"
3 Ağustos 2012 Cuma
Sizlerden Gelenler
Sizlerden gelenlerle mutlu oluyorum en çok. En çok
da bu kısmı seviyorum blogta da gerçekten, en içten. Hayat etki tepki döngüsünden
derler ya hani, gerçekten de böyle olmayınca huzurlu olmuyor insan. Bu kadar
tutulacağımı bilmezdim oysaki bu yola ilk başvurduğumda, tutunacağımı.
Yazıların sevileceğini. Şiir ve deneme yazıyordum çünkü. Türkiye’de layığını
alamamış, sürelerce sevilememiş, yer edinememiş bir daldı bu çünkü. Birçok
emektarı, duayeni gelmiş geçmiş ama yeterince sevdirememiştir. Oysa ne sözler
duymuştur bu topraklar, ne şiirler yetişmiştir, ne güzel toplanmıştır bazıları.
Ama sevdiniz, baş tacı ettiniz. Sayenizde dönüyor çark. Şevk veriyor, ilhama
ışık tutuyorsunuz. Bunun için sonsuz teşekkür ediyorum hepinize ayrı ayrı.
İçten, en gönülden, ta derinden… Sizlerden aldığım eleştirilerle, tepkilerle
daha genişliyor pencerem daha çok açılıyorum, biraz da şımarıyorum hatta dozunu
kaçırmamaya çalışarak(!) biraz da doğam gereği… Gönlümün konuklarına
katkılarından ve desteklerinden dolayı ayrı bir teşekkürler tabii, çokça,
tonlarca.
Ya yorgun bir günün gecesinde okunuyor şimdi bu, ya bir arkadaşlık ortamında belki bir kafede. Belki internet kafeden takip ediyorsunuz, belki işyerinde bir mola zamanıdır. Sık takipleyenler “ayrı” bir tarafa, belki sıcak bir yaz gecesi ya hani bir balkon keyfinize konuk oldum ben de konuklarımla, sevdiğiniz kupanızdan bir kahve eşliğinde ya da buz gibi bir limonata keyfinde… Keyifle…
Ya yorgun bir günün gecesinde okunuyor şimdi bu, ya bir arkadaşlık ortamında belki bir kafede. Belki internet kafeden takip ediyorsunuz, belki işyerinde bir mola zamanıdır. Sık takipleyenler “ayrı” bir tarafa, belki sıcak bir yaz gecesi ya hani bir balkon keyfinize konuk oldum ben de konuklarımla, sevdiğiniz kupanızdan bir kahve eşliğinde ya da buz gibi bir limonata keyfinde… Keyifle…
Ne yapsa da yeri ayrı bazılarının… O denli bir tanışmışlıktır bu. Aslında belli bir noktadan sonra zordur hani kendinizi anlatmanız, belki de o sıkılmışlıkla tanışmışsınızdır, hayatınız yaş aralığında ama en 'iyi'lerinizden, 'iyi ki'lerinizden biri olmuştur. -ve neşenize neşe katanlar vardır ya hani hayatınızda, anınca gülümsediğiniz. Size gösterdiği ilginç tarafları vardır, samimiyetinize dayalı. İçtenlik temelinde kurulmuştur, o içten, uçuk tarafı. Gördüğünüzde bir gülümseme hatta kahkaha tutar.- Zamanla daha iyi tanımıştır tabii, birlikteyken, yanınızda. Ve aynı şekilde siz de onu tanımışsızdır tabii ki 'en iyi'. Eski tanışırız…
"Ben insanları
severim. Tabiatı; onunla gelen her şeyi, yaşamı.
Atilla
Turnaoğlu
<<
Buket Güler >>
Hayat kareleri çeker, siz kadrajda. Yanınızda
sevdikleriniz, bazen zoraki yanına geldikleriniz, belki sevmedikleriniz olur
veya 'en'leriniz. Fotoğraf çekerken bile sizle alay eden bir hayat bulursunuz
karşınızda! Zaten kayıt altındasınız; elinizin altında olsa da, olmasa da... İşte
arkanızı öyle kolay kolay dönemeyeceğiniz birileri vardır. Öğretir, yaşadıkça
daha iyi öğrenirsiniz. Sırtınızı döndükleriniz dışında! Ne 'güven'ler geçmiştir
çünkü öyle, hiç düşünmeden karar verdikleriniz hele! Hiç şüphelenmedikleriniz,
zerre kuşkunuzun olmadıkları alır batırır gemiyi. Siz de yakar geçersiniz, bu
kadar 'basit'tir! Ama arkanızı rahatlıkla döndüğünüz ya birdir ya iki! O’dur
hayatta nazınızın geçtiği, koruyandır, arkanızda olan, aslolan. Hatta başkadır
onun lezzeti. Aynı yürekten, aynı kandan, can’dan...
"Adem ile Havva, muhtemelen ruh ikiziydi. Ama onlar, ta ilk çağlardan
beri içsel korkuları yüzünden birbirlerinin bilinçaltlarına daha fazla
korku kazıdılar. Korkular ne kadar ağır ve fazlaysa, o kadar deneyim
gerekiyor hayatta. Yaradılışın esası budur. Her bir korkuyu
deneyimleyerek temizlemeye çalışırız. Hatta fiziksel hayatta da bu
geçerli değil midir? “Korkularınızla yüzleştiğinizde, onlardan
kurtulabilirsiniz,” denir… İşte Adem ve Havva’nın ruhundan her bir korku
için ruh bölünerek farklı Adem ve Havvaları bedenler. “Her şey çiftiyle
yaratılmıştır.” Yani bir Adem varsa bir de Havva vardır ona uygun.
Bilinçaltımızdaki korkular arttıkça, dünyada kalabalıklaşırız. Daha
fazla ruh daha fazla bedene ihtiyaç duyar ki, deneyimler de artsın.
...ve bir elin parmaklarını geçmez bazen çoookk sevdikleriniz, sevdikleriniz değil dikkatinizi çekiyorum! En çok sevdikleriniz vardır hani, yanınızda olmasa da yanınızda hissettiğiniz. Dibinizdedir, yanı başınızda, ayrılmazdır haliyle olmazsa olmaz! Varlığı yetiyordur varlığınıza. Hayatınızın her anında. Paylaştıklarınız, anılarınız, derdiniz, sıkıntınız, mutluluğunuz, sevinciniz, yediğiniz, içtiğiniz, sırrınız, geceniz, gündüzünüz birdir hani, anı yerdedir, aynı yere gitmiştir. O derece güzeldir anılar, gülümsetir. Dokunulmaz, naif, hoş hatıralardır, hatırlarda iz bırakan. 40 yılı aşkın muhabbeti olan, sonsuz, ölümsüz… Bu kez de öyle, aynı yerde sanırım… Muhakkak hatta kesinlikle!
"Dünya ne bildiğinizle ilgilenmiyor. Dünyanın umrunda olan bildiklerinizle neler yaptığınız." Tony Wagner
"Fırsat karınca yürüyüşü ile gelir, yıldırım hızı ile gider." Hz. Ali (R. A.)
"Her şey akla muhtaçtır, akıl da eğitime." Hz. Ali (R. A.)
"Bir insan yaptıklarının toplamıdır." Mahatma Gandhi
"Siz kendi elinizle teslim etmedikçe, kimse kendinize olan saygınızı elinizden alamaz." Mahatma Gandhi
"Başarı hiç hata yapmamak değil, aynı hatayı ikinci kez yapmamaktır." George Bernard Shaw
"Bence gerçekten, sevdiğiniz bir şeyde başarısız olmak sevmediğiniz bir şeyde başarılı olmaktan daha iyidir." George Burns
"Zaman öldürmek yerine bir şeyler yapın. Çünkü zaman sizi öldürüyor." Paulo Coelho
<< Feyyaz Fırat >>
Emeğiniz, yüreğiniz, dostluğunuz ve desteğiniz için teşekkürler...
Gönüldaşlığımıza,
İyi ki varsınız!
ve mutlu kıldığınız için bir kere daha teşekkürler,
Muratça.
Emeğiniz, yüreğiniz, dostluğunuz ve desteğiniz için teşekkürler...
Gönüldaşlığımıza,
İyi ki varsınız!
ve mutlu kıldığınız için bir kere daha teşekkürler,
Muratça.
1 Ağustos 2012 Çarşamba
Şiirin Özü / 8
ve son kale'm de yıkıldı...
Oysaki sen benim son kale'mdin
En sağlam, kurşun geçirmez, demirden...
Sen benim son kalemimdin oysaki
Sol kalemim...
Soluma yazan kalemdin, işleyen kalbime
Ama bi baktım ki kalp yorgun, kalp darmadağın
Kalp kırılmış, yok yerinde...
Son direncini vermiş, solmuş içinde...
Zaman diz çökse de önünde, aldırmamış işte!
Kelamımdın, yeminimdin, kurulmamış cümlem
Şefkat dolu, aşk kaplı, akla gelmemiş kelimem
Sen benim son kale'mdin, son kalem'im
İçten, saygın, derin...
Ama kalp kırılınca, kırılmış kalemin!
ve kaybettim...
kaybettin!
ç. kalem 28.07.'12
Oysaki sen benim son kale'mdin
En sağlam, kurşun geçirmez, demirden...
Sen benim son kalemimdin oysaki
Sol kalemim...
Soluma yazan kalemdin, işleyen kalbime
Ama bi baktım ki kalp yorgun, kalp darmadağın
Kalp kırılmış, yok yerinde...
Son direncini vermiş, solmuş içinde...
Zaman diz çökse de önünde, aldırmamış işte!
Kelamımdın, yeminimdin, kurulmamış cümlem
Şefkat dolu, aşk kaplı, akla gelmemiş kelimem
Sen benim son kale'mdin, son kalem'im
İçten, saygın, derin...
Ama kalp kırılınca, kırılmış kalemin!
ve kaybettim...
kaybettin!
ç. kalem 28.07.'12
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)