31 Ocak 2013 Perşembe

Mr. Enthusiastic

İnsanın bazen elinde değildir hayat mücadelesinde verdiği savaşlar. Ya dilinden çeker günü gelir ya davranışından ya aklından ya da yüreğinden. Aslında yaşamından en çok haz aldığı dönemdir yaşlılık dönemi. Çünkü hayatı anlama noktasında istediğini yapabilmektedir. Zira insan ömrünün ergenliğe kadar olan kısmı yaşamın elindedir, büyümek gibi. Bu sırada yaşamın gerektirdiği bir kararla okumaktadır çeyrek asrına kadar. Sonra iş güç girer devreye; yaşamında askerlik, doğum, evlilik, çocuk sahibi olmak gibi yine hayatın belirlediği şeyler olacaktır bu süreçte. Bunlarla meşgul olacaktır bu kez de. Eee insan ömrü geldimi yarım asrına böylece?! Heh, işte eskiden zaten bir on-onbeş yıl filandı maksimum. Hatırlıyorum, 80 yaşındaki dedelere ninelere yapılırdı özel haberler, röportajlar o televizyonculuğun pre-sansasyonel devrinde! Sonra 90 oldu ve şimdi 110-120 yaşındakilere kadar gelinildi bu dönemde! İşte bundan sonrasında insan istediğini yapabilmekte özgür ya hani sözde, emeklilik filan, bir boşa çıkma, açığa çıkma. Aslında burada yine hayat karar veriyor bazı şeyleri ve seni eskitiyor haliyle. Yapacağın varsa da yapamaz hale geliyorsa. Bilmiyorum düzenin bir parçası olarak görüyorum bazen kendimi. Son derece işlevselci gelebilir belki size ama biraz da bütünün bir parçalarıyız. Ona buna hizmet ederek, otomotik robotik bir şekilde geçiyor günlerimiz, kendimize ayırdığımız birkaç saat dışında. Yemek, içmek, uyumak, barınmak, giyinmek, yaşamı idame ettirmek için para kazanmak dolayısıyla çalışmak, sevişmek, temizlenmek gibi şeyleri de ölmemek için ihtiyaç için yapacağımızı savunursak şayet 24 saatin büyük bir çoğunluğu da bunlarla geçiyor. Pardon hepsi! E, geriye ne kaldı zaten. Bir ömüüürrr... Vouw! Çok uzuuunnmuşşş gerçekten de(!) Bir de hastalığı, sakatlığı ekledik mi üstüne fonksiyonlarda yavaşlama, yerinde saymacalar başladı mı yani ooh değmesinler keyfinize! Hani bir ömür... Şu ana kadar yazılarımda sıkça bahsettiğim hayata karşı olumlu-pozitif yaklaşım, umut taşıma, gülümseme, iyi davranma, her şeye güzel bakma, saygı çerçevesi içerisinde hayata tutunmaya çalışma teması aslında daha çok bu yüzden. Bu olmadı mı iyice bitmişsiniz demektir çünkü. Yukarıda saydıklarım, ömür geçirme süreçleri keza buna yeter de artar bile! Hı, emeklilik sürecinde de neler olacağına gelirsek ya köhnemiş sandalyenizde oturmuş bir şeyler yazarsınız tüm bilgi birikimleriniz, tecrübeleriniz doğrultusunda, ya araştırma yapıp okursunuz gazete, kitap, vs. Ya bahçe işlerine girişirsiniz, tamamen organik hani, çocukluğunuzdaki lezzetleri arayıp bulmak için, inek keçi filan beslersiniz tüm o zamana kadar çalışmalarınız karşılığında anca yetebilen bir müstakil tek katlı ev eşliğinde ücra bir yerde. Ya ahşap boyama, kırkyama, yağlı boya, boncuz dizme, örgü örme, enstrüman çalma, şarkı söyleme, takı dizme kurslarına yazılırsınız sanatsal faaliyetler dizgesinde. Yaşlılık sanata daha yakın nedense, insan ömründe bu arada, daha naif, sakatlık riski daha az ya ondan olsa gerek. Spordan bahsetmiyorum bile aslında, zira sporda yaşlılık döneminde bir yara-gocunma durumu yaşanmakta nedense?! En fazla step-aerobik-yürüyüş yani. Kalkıp da basketbol, futbol, voleybol, tenis yapılcak değil ya! Anatomi elverişsiz bir kere! Bahane şahane! Neyse ya da mutfağa girip farklı tatlar keşfetmeyi yaşarsınız kendi dünyanızda ya da ne bileyim yurtdışına yurtiçine seyahat etmenin mutluluğunu yaşarsınız filan. Ama ne kadar yaşarsanız yaşayın bir sonu olacaktır, onca yıl yaşadıklarınızın, tecrübelerinizin, alışkanlıklarınızın terk edeceğini bile bile sizi yine de güzel geçirmeye çalışırsınız eğer varsa evlatlarınız huzur evine yerleştirmediği sürece tabii! Huzur evi yaşlılık sürecinde bir kabustur gerçekten, hayal kırıklığıdır bir korkudur... Bunca yıl yanınızda yetiştirdiğiniz baktığınız evlatlarınız devir tersine döndüğünde aynı ilgiyi yaşatmıyor. Bu açıdan acı bir şey elbette ki. Böyle duygusala girip ayrı acı, ekşi şeylerden bahsetmeyeceğim ayrı bir konu başlığı zaten ancak bir diş hekimi, enjektör korkusu gibi sağlığı tehdit eden bir unsur olarak çıkar karşımıza adeta. Hayata hevesle, ilgiyle bağlanmayı da bilmedikçe bu daha katlanılmaz çekilmez bir hale gelir her yaşın her evresinde! Bu yüzden kızmıyorum o başı boş emekli amcalara. Ayrılan sürenin ve yerin uzamasıyla birlikte farkındalığın geçtiği şu noktada konuyu bağlama çerçevesinde fahri müfettişlik, trafik memurluğu yapan amcalara kızmıyorum işte bu yüzden. Yine hayatın istediği hizmeti yerine getiriyorlar çünkü. Ne yapsınlar başka, sorarım size?! 2 gün önceki yazımda bahsettiğim otobüsteki amcalara gelince... Hak veriyorum bir açıdan da onlara elbette. Olaylara müdahale olmak istiyorlar, çevrede ne olmuş ne bitmiş ilgilenmek. Diğer evrendeki varlıklara baktığımızda ne hayvanlar ne bitkiler ne de başka şeyler yerine getiriyor bu vazifeyi. E, insana düşüyor haliylede. Onun pastadaki dilimi olarak çıkıyor karşımıza bittabii. Bu yüzden saçma da olsa bir şeylerle ilgileniyorlar, araştırıyorlar madem hayat safsatalar silsilesi. Ona bakılırsa en geniş kapsamıyla hayattaki yapılan her şey gereksiz her ne kadar buna inanmasam da! Yok mu, kabul eden kısım var elbette... Bu yüzden, kızmıyorum onlara en çok. Siz de günün birinde her ne kadar bu saçmalıklara inanamasanız da hangi otobüsün hangi güzergahlardan geçtiğini, hangi verginin içinde ne kadarlık kısmın yalnızca size ait olduğunu ya da ne bileyim şehirin neresindeki marketin yalnızca bir ürün için en ucuz olduğunu kabul  etmeseniz de ya da kendinizde yaşamasanızda bileceksiniz veya göreceksiniz. Belki kendinizi de bu şekilde bulacaksınız, bilemeyiz. Hayat bir öğrenme süreci, daha neler öğreneceğiz bakalım?! E, bir yaşıma daha girdim diye de boşuna dememiş "büyüklerimiz". Can sıkıntısına mı bu lafları bulduklarına belki zamanla daha sonra değiniriz ama sanmıyorum ve sanmadığımı da savunuyorum. Bay ilgili olmadıkça daha çok canımız sıkılacaktır, insanın doğasına aykırı çünkü. Bu yüzden bay hevesli zira. Hayat bir öğrenme süreci ise de süreç bu yüzden hevesle doğru orantılı, bağlantılı, paralel akışında anlamlı. Zincirin halkası gibi birbirine kenetli, insanlıktan - insanlardan daha çok birbirine bağlı ve döngü düzen üzerine kurulu birçok senaryo parçası ama birbiriyle kesişen ama tamamen bağımsız, apayrı...

30 Ocak 2013 Çarşamba

Nefes Aldım Geldim, Tazelendim...

Aşktan çekmek gerek eli eteği bazen
Tümüyle değil ucundan kıyından tutunarak biraz da.
Çok geçmeden, iç çekmeden tutmak gerek bazen aşkı
Avuca sığmayanı avuca almak en çok da...

Aşktan çekmek gerek bazen duruşu olgunlaştırmak için
Zaman eskitir elbet, oysa boşu boşuna eskimemek gerekli
Yaşa basmamak, kuruyla yanmamak önemli azıcık da
İç geçmeden, çok çekmeden yutmak gerek bazen biraz da...

Eksilmemeli ekilse de, biçmemeli kendi cüssesine
Bir dua gibi içten, bir buse kadar masumdu doğuşu neticede
Hep siler yine yapacağını bilse de tekrarlasa da bazı şeyleri
Hayat devam eder yapmasa ne kalacak sanki elde

İşte yeniden başlamak yeni bir umuda tekabüldür aslında özünde
Sevmekse biraz azalır biraz çoğalır ama aynı kalmaz genelde
Bilmek gerek tabii, yerine göre...
Aşk da yaşamın bir parçası ise özellikle...

Bıktım, usandım, canım sıkıldı, yoruldum, yıldım, öfkelendim
Can susandı, gönül konuşan ama duyan olmadı, tenhaydı, sezdim.
Bir keresinde yaptığımın aksine dönüş yaptım, zaman ve yaşam yönlendirdi;
Hayat akışıydı bu, kırık dökük ama kristalize, kadife ve alabildiğine çeşni zengin.

Toplanır toparlanır insan her seferinde başına geleceklerden habersiz
Yaşam bir belirsizlikse maskeler kendini gerekli gereksiz
Nice çıkmazlara boyun eğmiş ve dahi baş etmiştir akabinde bilirim
Acısı geçer ya da geçmez ama önemlidir yine de: "Nefes aldım geldim, tazelendim..." 
Çatlak Kalem / Ocak 2013

29 Ocak 2013 Salı

Oto-büs, Oto-kontrol ve diğerleri…


Otobüs maceralarım bitmez hiç, bilen bilir. En sonuncuda da karşılıklı ikiz koltukların koridor kısmına oturan amcalar koyu bir muhabbet çevirirken Sezen’den Vay’ı dinliyordum. Biliyorum ki kulaklık olması bir derece daha çekici kılar yolculuğu bu tarz durumlarda. Bir nevi cankurtarandır kulaklık! Zira kulaklar ya öndeki koltuğa kitlenir ya fısıltıyla konuşanlara ya da müzik dinler ama dinlenmez işte bir türlü yolculuk boyunca… Bizim amcalar da ara ara konuşsalar bir nebze ama mütemadiyen, koyu, kahve muhabbeti dönüyor otobüsün içinde. Bazen sıkıldığımda yer değiştirmelere başvurduğum gibi yapasım geliyor. Amcayı diğer amcanın yanına koyasım geldi ama o an yalnızca hafif bir gülümsemeyle yetindim tabii. Bu arada onlardan bahsederken o kadar içli dışlı olmuşuz ki “bizim amcalar” diye başladığımı yeni fark ettim, kendimi soyutlasam da olay ve kişilerden, iki cümle sonra dank etti. Ancak bu kadar olabiliyormuş demek ki. Arkamdaki teyze yeni doğmuş belki de doğacak torunu için bir örnek deniyor krem rengi orlonla. Belli ki doğmadı çünkü kız olsa pembe, erkek olsa mavi örülürdü diye geçirdim içimden. Şunu da bildiğim halde hatta: Öğretilmişliklerimiz ister istemez zevkimizi de belirlemiş ve bir de tartışmaya açıkken üstelik. Tonlarda renklerden önce belirdi zihnimde, çağrıştım direkt. Neon pembe ve uçuk mavi. Krem, her ikisine de gider sonuçta. Tertemiz, açılmamış bir yaşam sayfasını temsil eder; masumiyetin yanında… Masumiyet yola yeni başlarken yanına alınması gereken en öncelikli temennilerden bilirsiniz. Yaş aldıkça masumiyet kaybediyor ilk gün ki sihrini malumunuz. Ama cami de sağlam mihrap da sağlam tabii yine de(!) Muavin, çok hoş, kibar, güleryüzlü bu sefer, bu seferde… Aynı firmaya bağlı şirketin muavinleri gibi değil şükür ki… Catwalk yapıyor resmen! Afyon yolu üzerinde “Basın-Yayın ve Gazeteciler Ormanı”nı görüyorum bu esnada sağımdaki pencereden. Vay canına, ne orman-mışş! Bir dikili ağaç yok görünürde… Şöfor, klişe tabirle, otururken göbeği direksiyona taşmayan cinsten. Öyle olunca da göbeğinin altından direksiyonu kavraması gibi bir durumu yok, şükür ki! Bilmiyorum, mola yerlerinde pantolonu üzerinden apış arasını kaşıyor mudur?! O da mı o prototipten yahu! Güneş tam karşımızdan konumlanıyor biraz sonra ve dörtgwn formlu güneş gözlüğünü takıyor şöfor. Bir taraftan Madonna çalarken; aklıma bizim halk ezgilerinden(!) “Yallah Şöfor…” geliyor, iyi mi?! Yol tenha oldukça, haftanın ilk günü ya ondan belki. Belki de sabah olduğu içindir, çıkaramadım. Uyuyamadım gece de bir türlü zaten, valiz yapmaktan, kıyafetleri askıya almaktan, giden eşyaları kutulayıp kalanları da cinslerine göre gazete kağıtlarına veya naylon poşetlere sarmalaktan. Şimdi de yeşil sarı tonlarında doğayı seyretmek daha cazip geliyor uykudan. Belki de şöforun hemen arkasında, en ön koltukta oturan yola çıktığımızdan beri ağzı kıpırdadığı için dua okuyormuş izlenimine kapıldığım lacivert yoğun iri güllü dallı eşarplı teyze dikkatimi çektiği için koltuk arasından. Söylerken fark ettim tasvirleri hiç genç yok benden başka sahi! Ne garip… Erken olduğu için mi dersiniz tatilin içinde olduğumuz için mi? Hoş, daha önceki yolculuklarımda tanımadığım orta yaşlı adamların uyku hallerinde kollarını omzuma dolamasından, omuzlarımı yastık edinmesinden, horlamasından; cep telefonundan müzik dinleyenlerin müzik açıkken kulaklığı çıkarttığında sesin dışarıya yansımasını sonradan algılamasından; kreş okul servislerini andıran şehirlerarası ulaşımdan ve huzur evi tayfasıyla yolculuk yapılmasından ve hatta bunların yalnızca başlıcaları olmasından aslında daha nicelerinden söz etmemişken bunu dile getirmek de komik ve absürd geldi şu anda.  Bulutlara yaklaştık ve sonrasında aydede de bize eşlik edecek. Bizimle gelecek o da, evet. Hep olduğu gibi. Bunu bilmek güzel ve huzur verici. Eskiden kalma ya bilgi, belki ondandır. Geçmişte anı neticede, bir mazi nihayetinde. Çocukluğu anma mahiyetinde. Hani çocukken okuduğum çikolata evli meşhur hikaye Hansel ve Grathel; sonra büluğ çağında takip eden Babam Çatlı ve Kendi Ayakları Üzerinde ve şimdilerdeki Şemspare ve Velev ki Ciddiyim!’i okurken eşlik eden yegane şeyin varlığını hissettiğim için yanımda, güven veriyor çok.  Amcalar susuyor neyse ki ve göz kapaklarım ağırlaştı şu anda. Hava karaya çalıyor yavaştan. Uzaktan Geldim çalıyor Ayşen’den, otobüsün radyasunda, 90’lardan o da. Şu anda rüyama geçmeden önceki aşamadan yazıyorum, bilincimden, yol uzun. Oldukça. Kat ettiğimiz kârdır yanımıza. Her biri ayrı karede anı, paylaşım ve gözlem olarak bize geri dönecek bilirim çünkü. İnsanlar da olması gerektiği gibi davrandıkça kopar dağılır günler. Dağılır derken bizi dağıtmadan, iyi manada yani. Manzaradan sonra rüya seyredeyim azıcık da, malum, dizi de yok bugün.  Televizyonsuz otobüse denk gelmişim. Tesadüfün böylesi! Ne de büyük bir lütuftur bu oysaki… Öte yandan, insan “seyredecek” bir şeyler arıyor haliyle, alışmışız, sosyal bağlamda. Seyretmek yerine biraz dinlemeyi öğrenseydik mesela, en azından başımızı! Saat 21.00. Hooopp, geçtim ben rüyaya. Keşke kabuslara da zapping yapılsa! Neyse ki dağ başında pek çekmiyor, gidip geliyor, net değil, kesik veriyor naklen de olsa… Allah’tan dağ başındayız, çekmiyor! Hiç çekilmezdi eğer böyle olmasa… Yorucu günler eşliğinde insan dağ başında olduğuna da yeri geliyor şükrediyor demek ki… Bu o yolculuktaki benim kaydım. Başka filmleri de görmek, kayıtları da dinlemek isterdim tabii ki. Başka bir macerada yine buluşuruz belki. Eee, yol uzun…              

Ayran Gönüllü Olmak



Büyük bir devlet sanırım bu zamanda! Hem kendimiz için hem de etkileşimin doğasında bulunan insanın diğer insanların merkezi konumunda bulunması için… Üstelik bir de ucuz, bedava! Yarı fiyatına taksite de gerek yok 12 aya varan indirime de kredi kartına 6 aya varan taksit artı sürpriz hediyelere de. Hediyesi zaten içinde. Ruhun içinde hem de. Motive, huzur, doyum, haz doruklarda! Geçici mi? Ammann hangimiz geçici değiliz ki bebeğim… Dünya yalan klişesini sallamadan şurada “bir kez sevenlerdenim” lafını hatırlatmak isterim. Bir başka klişe noktası yani. Klasikleşmiş klişelerden yani bu… “Aşklar da artık çantalar gibi sahte” hani şarkıda da dediği gibi. “Benim hatırladığım bir annem bir babam…” diye devam eder aynı şarkı. Hoş, tutunamayanlardan o da. Bir kez sevenlerden çünkü. Çağımıza demode şekerim. Kullan-tüket devrine ayak uydurmakta zorlanırsın sen de gidersin hoooppp çöpe!!! Sonra seni kullanırlar sen kullanmazsan… E devirin gerektirdiği gibi. O değil de kağıdın, kartonun, kumaşın, çaputun, plastiğin, camın geri dönüşümü olduğu gibi insanın da var mı geri dönüşümü(!) Hoş, insan kendine tekrar gelip, dönüşene kadar… Neyse, maymun iştahlı olmak mı gerekir bu devirde yoksa olmasak da yaşamımızın devamı gelir mi, idame ettirir miyiz diye sormak gerek bazen kendimize. Malum, Maymunlar Cehennemi’ne dönmeden ortalık bir el atılması lazım konuya. Şimdi el atmak denince pek çok taciz-tecavüz serüveni geçti aklınızın ucundan belki biraz. Türkçe işte nereye çekirsen(!) değil mi? Hiç bizim bir suçumuz yok zaten.  Kanatlarımız eksik. Ona buna sataşıyoruz ancak. Sorgulamaları da yanlış yapıyoruz, eleştirileri de oysaki. Kendimizi görmeden yapmak da cabası işin. Bizim hiçbir kötü özelliğimiz yok… Artık öyle bir devire girdik ki her şey ortada! Açık ve seçik… Ayıp, müstehcenlik, seksüalite maalesef hat safhada. Tamam, yerine göre bilinmesi gereken şeyler belki ama tutum ve üslup da son derece aykırı hareket ediyoruz. İnsan doğasına aykırı hareketler bunlar. Fazla rahat bir ortamda yok hani, bundan şikayetçiyiz ya hepimiz(!)yazık ediyoruz bazı değerlere, çoğu kez farkında olmayarak. Neyse ki bilinçli halimiz değil bu. Biri varken yanımızda bizi seven, bir diğerine kayıyor gözlerimiz. Biri elimizde ama biz ceplerimizi doldurmaya çalışıyoruz(!) Yedekte bulunsun mantelitesi! Aşk da cayıyor, değer kaybediyor, küsünce… Onun eline geçiyor ipler, kozlar onun elinde işliyor sonra. Adamı salağa çeviriyor. Tabii adam’sa eğer. Nadir bulunuyor, nadide ve ender parçalara sesleniyor. Onlarsa toplumdaki nezih yerlerini alıyorlar. Hayat en çok onlara güzelleşiyor belki ama kıskanılan da, imrenilen de, özenilen de gıpta edilen de çekiştirilen de b*k atılan da onlar oluveriyorlar sonra. Kendimize bakmadan bir de üste çıkıyoruz hep yaptığımız gibi. Alışmış kudurmuştan beter, derler ya hani tam bunu için işte. İnkar ediyoruz bir de, yalan ve riyakarlığımız yetmiyor gibi. Ayıbın kendisi olan ayıpı nasıl görür bu da bir muamma tabii… Özel ve mahremin etik ve ahlaki olmaması da gayet alışılır bir durum haliyle. Tatmin, ego, haz, doyum hep kendimize hizmet ediyoruz. Merkezindeyiz ya dünyanın… “Ben” varım, buradayım işte! Yazık… Gerçekten yazık bazı durumlarda insanoğluna. Acınılası… Her şeyi kendi içinde barındırır ayran. Öyle ayran olur ya hani. Tuz, yoğurt, su karışır çalkalanır; bileşenler bir element çıkarır ortaya hani; o misal biraz da. Sonra dinginleşir ama. Tam içi geçerken su üste çıkar yoğurt ve tuz dibe çöker. Tat vermez. İşte kendimizi çalkaladığımız takdirde bir işe yarar insanoğlu aslında. Yani benliğine hizmet ettiği sürece! Sonunu, sonucunu düşünmeden. Başkalarını kendimizde eriterek, tıpkı tüket-kullan çağının bizi kendi içinde erittiği gibi. Tüketmezsen de kullanılırsın aslında. O zaman neymiş felsefe? Çalkalandım da duruldum!

24 Ocak 2013 Perşembe

Yat Dizime Bak Yüzüme...

Birkaç eşyamı topladım bugün. Elime ilişti birkaç şiir. Güldüm, bazısı komik olsa da duygulandırdı beni yine de. Ta o günlerden... Liseli yıllardan... Paylaşmak istedim... Eskilere özlem var ya içimde hani bazen, belki sizin de retro gününüzdür, tutturmuşuzdur bir duyguları hep bir ağızdan...

İç ama soğuk iç, boğazında kalmasın!
Ye ama üzerine dökmeden ye, salata eşliğinde...
Çiz ama kıvrak olsun, elin renkleri iyi doyurur desene, müzik eşliğinde...
Gez devr-i alem, devir; benzemesin çam devirdiğine...

Duy ama orada duyup burada bitirme; bırak, başkaları olsun flash bellek!
Günler geçsin biz aynı aşkla kalalım...
Yat dizime bak yüzüme
Aşk daim olsun aramızda
Benzemesin kimseninkine!

Görsün en son karpuz yediğim insanlar, hala o aylarda kaldılar; ne ara-ma ne sor-ma...
Sen iyisi mi şal al üstüne al al sırıtsın kıyafetine!
Magnum da istemem ki değilimdir haz peşinde!

Aynı Hesap

Aşk yaşlanır yaşlanmasına da
Yaşlandıran kim ey insan!
Sen aynı şeyleri tekrar tekrar yaşasan
Yorulmaz mısın durduğun yerde...

Sevda sevda olalı görmedi böyle bir şey dense
İki kişi olmaz mı dersin aynı dünya da
Biz de ayrı dünyalar kursak, şaşırır mı yörünge
Seneler evvel başlasan buna sıkılmaz mısın döndüğün yerde...

Bir iki susta taksak patlar mıyız yine de birbirimize
Toplar mıyız para puan peşinde sevap
Günah mıdır yoksa al-kara gibi iki seçenekli şu dünyada
Çoğaltsak kategorilerde durur mu esvap?!

Ayvası kasap hepsi aynı hesap...
21.05.12
Çatlak Kalem

Dolunay

Gece oturmuşum dolunayın altına
Ay bana bakar, gülümser; ben Ay'a
Düşünürüz hangimiz daha eskiyiz diye,
Çıkamayız bir karışırız önce epey...

Sevse hayata gelir mi insan yoksa severek mi gelir...
Sevgi insanın içinde midir, sonra mı verilir
Bi' emeğin ürünüdür bu da her şeyde olduğu gibi
Düşünürüz hangimiz yaşlıyız diye
Çok geçmeden ortada buluşuruz nihayetinde...

O der: "Ben yaşadım herkes göremedi ama izler belirgin..."
Ben derim: "Yaşadım göründü de... çare nerede, herkes düşer peşine ey bilgin!"

13.07.11 Çatlak Kalem

22 Ocak 2013 Salı

Yorul Diye Uzun, Okuma Derim... / 2

İçimden geldiği gibi, içinden gelmediği için...




Başka anlamlar çıkar diye bu sefer derin.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Sen Bilme...

Sen bilme kalbi kırık yatmayı defalarca.
Bilme, geceler boyu düşünmeyi
Uyumamayı bilme sonra
Senin için uyumadığımı bilme
Sabah kalbinin ısınmamasını tabii bir de...
Bir sürü çikolata yemeyi bilme için almasa da
Bir sıcak söze eğil içini hoş tutmasa da
Boş gelir söyleyen söylenenden istenmese de
Filmlerde aşkı yaşatmayı bilme işte.
Bilme o gözlerin ardındaki duyguyu.
Söylenen sözlerin sana bir şeyler söylediğini bilme.
Evet, zavallıyım seni bir başka yaşattım içimde.
Bu da kahrolası bir lanetiydi belki varlığıma bu güzel duygunun
Sonucunu bile bile, geleceği göre göre yürüdüğümü bilme.
Lütuf lanet olur mu deme içten içe...
Pek tabii olur, gayet de olur bazen işte.
Yolun sonunda sen varsan, her türlü çekerim o yolu.
Ama yeter ki varlığını hissettir uzaktan da olsa, gitme...
Bulursun, niceleri buldu, sen mi bulamayacaksın
Elbette layıkın, aşkı sen de bulacaksın.
Biraz zaman biraz sabır sadece, benim için de aynısı olsa keşke
Ben kalbimi topraklara sarıp, neyse... Öyle işte!
Boş ver beni, çok konuştuk üzerime zaten, sen söyle şarkını bu sefer
Sen mırıldan, senden bahsetsin tüm heceler...
Kimse yoktu, olmadı da sana kadar, olmamalıydı da.
Hoş, sen oldun da yine olmadı aslında
Ben yine de seni çektim kendi günahıma, affet n'olursun
Seni sakınırım oysa, olmalısın sana kötü bir şey, senin günahın da benim olsun.
Affet ayrıca duygularımın önüne geçemediğim için
Böyle de çirkin böyle de iradesizmişim...
Yazsam roman olur içimdekileri, ferman ne ki solda sıfır!
Aşk daha çok büyür içimde, aşk kalpte bir çığır...
Sen anlatırsın ya bana her seferinde "o"nlar yerinde olmak isterim ben de.
Şanslılar ki isterdim ben de aşkın tüm belirtilerini görsün bedenin beni gördüğün yerde
Sana kıyamam, sadece sana, sen anlattıkça canım yanar bilmezsin, yara alır kalbim
Bu da benim imtihanım der geçerim işte en fazla, budur anca tesellim...
Seni görmek istediğimde hiç ertelemedin ya beni
Bazen şımarttın bazen delilik damarlarımı çıkarttın ya hani
Sen yanımdaydın en azından o zaman, bunu en çok isterdim
Şimdi sen de yoksun hayırlısı mı dersin?
Sana içtendi tüm mutluluğum da, duam da, kendimi sunmam ve dahi duygularım da inan
Mutluluğu bulacaksın elbette bir kalpte, ben de buna destek olacağım.
Senin mutluluğun benim mutluluğumdur artık bu vakitten sonra
Seni de böylesine gark ettiğim için tüm kalbinle bağışla...
Hiç unutamayacağım ben şayet bir günışığıysam ki büyüktür cezam
Böylesine karanlıkta bile çok teşekkür ederim gözlerinin içiyle bakan sana, gülüşüyle kalbimi ısıtan...
Ömür yettiğince bilmesen de bilmemek daha iyi bazı şeyleri,
Beni çirkin olarak hatırlaman bile daha yeğdir, ki bunu ben söylerim, şu aşağılık durumdayken ki beni
Af, özür ve koca bir teşekkür dolu neticede bu içerikte
Sevilecek bir tarafı olmasa da kendinin, o zaten en çok seni sevdi işte...
Bir ömür senin için yazılmış olsa da senin olmuyor bu üzücü
Ben kendimi geçtim ama sen haketmiyorsun bunu, şiir boyu tüm üzüntümdü
Dalga geç sen, sana bu kadar yakınken uzak olmak koyar bana
Bilsen bazı şeyleri uzak tutmandan korkarım kendini bana daha da.
Korkarım sensiz gelecekten, eksik yaşamıma gölgen değmeyince
Şimdi dön hayatına en renklisinden, unut bunları, gerekirse reset çek ama bilme... Bilme işte...
Çatlak Kalem / Ocak '13

18 Ocak 2013 Cuma

Ölüm Terk!

"Benimle aynı düşünüyorsan çok yaşa! Farklı düşünüyorsak toprağını çoktan örttüm kendi ellerimle. 'İzin verdim', ölebilirsin."

Her bir insan farklı düşünce getirir dünyaya oysa. Bizi birbirimizden farklı kılan da düşüncelerimizdir. Ancak kabul edemediğimiz bizim gibi düşünmeyenelerdir. Saygıyı da hak edemez "onlar" üstelik. Ölünce iki göz yaşı adet olmuştur, bir de dua. Hepsi de bu kadar basittir. Peki ya ömür bu kadar basit mi? Sevmek bu kadar ucuz mu? Bir insan katbekat emekle dünyaya gelir. Bir insanı var eden birçok insan vardır. İnsan, iletişim ve etkileşim sürecindedir. Öte yandan, insanın insana en büyük cezası unutmak... Unutmak varken üstelik buna kin, nefret, intikam da eşlik edecektir... Biz o kadar benciliz ki aslında, egomuzu tatmin ederiz bir çok karesinde hayatın. Bize benzeyenlerle "en çok" iyi geçinir, onlara yakın oluruz. Onlardır çevremiz. Bir bakıma bizi, bizim gibileri yaşatırız, var ederiz. Bu yüzden bizim gibi düşünenleri okuruz, bizim gibi hareket edenlere, davrananlara sergiler açarız, yaşamımıza alırız. Kendi düşüncelerimizi savunanlara oturturuz temel taşlarımıza. Yarı onlardan destek alırız, yarı kendimize yer veririz. Yine unutmayız kendimizi yani. Biz en değerliyiz. Kendi düşüncelerimize referans veririz aslında... Başka kaynakları önerirken... Oysa, dedim ya, herkes farklıysa herkesin düşüncesi de farklı. İşte budur asıl sorun, budur kökteki problemimiz. Senelerdir verdiğimiz mücadele bunun üzerine kurulu. Maalesef ki aşamadığımız. Tarihin tekerrür ettiği filan yok, aslında, insan tekerrür ediyor kendini. Bizimle aynı düşünmeyenleri kabul edememiz. Verdiğimiz savaş da bu, aldığımız darbe de. İnsana özgü bir hediye düşünmek oysaki. Ama bizim için yalnızca bizim gibi düşünenler var. Olaya can noktasında bakmıyoruz. Bir kişinin ölümü demek onun varlığının hayattan silinmesiyle birlikte bir daha olmaması demek, tüm emeklerin tek bir canda sona ermesi demek. İdrak edemeyişimiz bu. Anlamamakta ısrar edişimiz, vargücümüzle direnişimiz. Bizim zavallı hallerimiz! Yazık... Düşünce farklı, kinin öfkeyle birlikte canı öldürme düşüncesi farklı. Biri insani boyutta, biri insanilikten çıkma boyutunda. Aradaki ince çizgideyiz, bu yüzden inceliğe erişemeyişimiz. Kendimizi yenilemeyişimiz. Bu yüzden o ince noktayı tutturamayışımız. Bu yüzden tüm dengesizliğimiz. Aynı düşünenlerle kendimizi yaşatıyoruz, yüceltiyoruz, destekle çoğaltıyoruz. Bu yüzden aynı türün içindeki binlerce iç muhakeme. Gereksiz. Lüzumsuz. Ama hayatın vazgeçilmezi! Bir çatıda toplanamadık bari farklı düşünenlere ufak bir saygı olsun onların ölümünü istemeyecek kadar. Etraftan etkilenip de etrafa dönütte bulunacağımıza farklılaşmayı deneyip sıyrılsak tüm bu kötü düşüncelerden, art niyetlerden... arınsak, mesela? Yaşam garantimizmiş gibi hareket etmek de egonun bir parçasıyken üstelik. Komiğiz... "Biz" aslında en çok salak durumuna düşen, çelişkiler içindeki şaşkın komiğiz.

"Benimle aynı düşünüyorsanız varsınız, 'çok yaşa'yınız (Bu da bu kadar basit olmamalı oysa)... Değilseniz terk edin burayı! Ya da çoktaaann terk etmeliydiniz!"

17 Ocak 2013 Perşembe

Kavram Kargaşası

Anılara dokunmak istiyorum ara ara. Çocukluğuma tutunmak, sıkıca. Aşkı adam etmek istiyorum, büyütmek istiyorum sonra. Vatana devlete hayırlı koskoca hayaller kurmak. Vücudumu saracak büyüklükte bir ev olsun yeter diye düşünüyorum sonra, ev'li kurulan hayallerde. Nohut oda, bakla sofa derler ya hani, öyle işte biraz. Huzurlu rüyalarda yetiştirmek istiyorum kendimi de bu arada. Oyuncak giymek istiyoruumm... Fesleğen yemek istiyorum sonra. Yıldızlarla yazmak istiyorum şiirlerimi, onları yerine koyarken yanmak istiyorum. Bulutlar bir pamuk tarlasıysa eğer kar da bu pamukların yavrusu diye düşünüp çok da kafa yormuyorum meteorolojik atmoferde. Çatıları ağaçlardan, bacaları sincaplardan yapmak istiyorum sonra. Çocuğum olursa, bizim bildiğimiz "gitmek" fiilini "kalmak" diye öğretmek istiyorum ayrıca. Ölümü yaşam olarak algılamasını, fitne fücuru da umut ve hayaller olarak kavramasını sağlayacağım mesela. Kuru kavgaya tutuşulacağına yastık savaşı yapsın ülkeler de, deyip geçer en azından. Sudan sebeplerle de su istimal edilmez aç susuz gönüller hem... Karamsar bakmanın sersemleteceği ve çalışmamanın ağır bir yük olduğunu öğreteceğim ona. Başkalarının sözlerine çok da kulak asmaması gerektiğini tembihleyeceğim ayrıca. Herkesin kendi keyfine göre telkinlerde bulunacağı hayatta onun da kendi yüreğinin sesini dikkatlice dinlemesini söyleceğim. Onların istekleri doğrultusunda yaşadığında kendinin çok mutlu olmayacağını anlattığım vakit eminim ki kulak asacaktır bana. Surat asmasından iyidir katbekat hem de milyonlarca. Aydedenin aslında dede olmadığını çok da yaşlanmadığını söylemek gerek. Çünkü bundan binlerce yıl önce de dede olan bir varlığın nasıl hala dede olarak kalabileceğinin algılamasını sağlayacağım. Eminim bundan binlerce yıl sonra da dede diye anılacağından kendisine böyle bir şey denildiğinde hoş gözle bakıp bakamayacağını denetleyeceğim ve sorgulattıracağım ona. Kendi kendine düşünürken bu yerleşik mantık hatalarını insanların bu hayatta yerleşik olmadığını söylediğim vakit eminim ki kulak kabartacaktır anlatılanlara. Merdivenle yüzmek istiyorum sonra. Öykülerin içine girip yaşamak, olur olmaz bir maymunla kaçamak, turkuvaz bir çamur yapıp dağların eteklerine sıvazlamak istiyorum. Kim yükledi kelimelere bu anlamları, kim verdi bu anlamlara bu kavramları, neden, hepsini bilmek istiyorum... Onların belki de keyiflerince oluşturdukları bu ortak işaret diline zaman  zaman aykırı ama sağnak yağışlı hareket etmek istiyorum. Ceremeyi çeken bizsek eğer cürümü biraz da devasalaştırmak, herkesin de bu anlayışı sağlamasını diliyorum. Bilmem ki çok mu şey istiyorum?! Kelimelerle sevişiyorum. Hayat bir öykü kısalığında ve bir masal yalancılığında devam ededursun; ben en çok şiirlerde, sözlerde, şarkılarda aşkı resmediyorum...

16 Ocak 2013 Çarşamba

Gergef

Gökyüzüne dokundum ikimiz için...
Belki seversin sen de
Hem eğlenceli de
Belki benden de

Sevdiklerine benzet beni
Bari öyle sev
Şarkıda da der ya hani
"Aşık gibi sevmezsen kardeş gibi sev"

Bin yıl geçse de üstünden
On bin yıl koysa da seneler üstüne
Sen ilk sen, ben ilk ben
Çokmuşuz bile bu senelere...

Yatarken gülümsetmek
Üstüne aşk eklemek
Sevgi ve saygı koymakla
Doymuşuz hayata

Susama da bilmeyiz giyinmek de
Şarkılar dinleriz, sözlerde buluşuruz
Yarı ütopik yarı gerginlik
Yaşamaya tokmuşuz meğerse...

(Kısaltılmıştır)
'12 / Yaz  - Çatlak Kalem

15 Ocak 2013 Salı

"Evet Efendim Sepet Efendim!"


Eveett... Bir gün daha bitti çuval dolusu bir yıldan. Günler eksiledursun hep söylenir denir ya "hayır" diyebilmek, hayır "evet" kadar yerleşik değil dilimize o manada aslında. Vücut dilimizi ele alalım örneğin. Başımızı en çok aşağı doğru sallarız; yana veya yukarı doğru mu, sorarım size?! Halbuki hayır da baş sağ ve sola gittiği zaman ve yukarı doğru kademeli olarak kaldırıldığında ve hatta gözün büyütülerek kaşların kalkmasıyla gerçekleşir. Her yol hayır'a çıkıyor yani evet'e göre. Ancak, biz yine de tüm bunlara rağmen başımızı yalnızca sallarız, "evet" çıkararak genellikle. Tıpkı bir dönem araba arkalarını süsleyen biblodan kafa sallayan köpekler gibi. Rastgele ve alışılagelmiş. Biraz da sallanmaya mecburmuş hissi. Hem anladığımızı göstermek için hem cevap vermek maksadında... Tamamen açık ve net. Bir o kadar da tembellik eğilimine sahip aslında. Daha sert vuralım da rock müzik dinlemeye tamamlayalım olayı, olsun bitsin. Hep işlerimizi oldu bitti'ye getirdiğimiz gibi. Tam istediğimiz gibi yani. Amacımız doğrultusunda. Çıkarlar mahiyetinde. Gerçekten, geçiştirmemek adına birtakım şeyleri, düşünmek lazım üzerinde ciddi mi ciddi... Rahat nefes almamızı sağlayacak, yaşamımızı kolaylaştıracak ve ruhumuzu ferahlatacak sonuçlarla karşılaşacağız çünkü bu yolun sonunda. Bu yüzden, ne kadar "evet" dense de "hayır" da demeli gerçekten. Bir baş ucu kitabı gibi, el altında bir film gibi, zihinde yer edinmiş bir şarkı gibi... Hayır diyebilmeli. Kırmak kırmamak değil bu, gönül almak hiç değil. Menfaat ya da bencilliğe gitmesin olay. Sonuçta herkeste bir tutam mevcut. Kullanana göre yoğunluk kazanmakta sadece. Sonucunda bizi memnun kalacak kararlar için düşünüp hareket etmeli zamanında. Pişmanlığı perişan etmeden önceki vakit yani. En yakın ipucunu kullanarak hayatta. Bu sefer kâğıtları siz dağıtırmış gibi. Rol değişimini söz konusu yapıp merkeze çekmeniz elinizde hayatta. Bakmayın pek çok dağınık kare kendisi. İçi de bir o kadar çeşni çeşit, karman çorman, allak bullak. Epeyce bir kalabalık. Bir o kadar da karışık. Ama kendinizi istemediğiniz şeylere zorlamayın. Karşınızdakine yansır, gönülsüz olunca iş, hissettirirsiniz bu kez de geriye dönemezsiniz. En azından başından deyin ki hem gönlünüzce olsun hem de sonunda üzülmeyin. Düşünün ve öyle karar verin. "Ne hindi gibi düşünüyorsun?", "Düşün düşün b*ktur işin"ler için düşünün, onlara rağmen düşünün! Evet, tek farkımız bu diğer varlıklardan çünkü. Elbette düşünmek bize özgü. Doğru adımları görmeniz için size sunulan bir lütuf. Her şeye laf attık kirleterek bir bu kalmıştı bize özgü kirletmediğimiz'i görebilmek için düşünün. Sorgulayın ve eleştirin. Güçlü hissedeceksiniz. Yeri gelince kullanın olumsuz kalıpları da, kolayca da ba sallamayın. Kendimiz için. En iyi kararlar için. Eh... Ne demeli o zaman... Sonumuz "hayır" olsun bakalım...

14 Ocak 2013 Pazartesi

Çorbadan Şiir

Dünya olan her yer memleketim olsa
Her insan benim olsa
Ben bende olmasam
Aşk da ben de olsa.
Umut da...
Çorba da...
Tuz da...

'12 / Ekim



*Şiirlerin kaderi de yazılmadan bellidir... Kimi çok sevilir, kimi silinir gider. Kimi derin anlamlıdır, belli eder. Kimi zorlasa da yapmacıklıktan kurtaramaz kendini. Kiminde anlam zengin, kiminde kelimeler fakir. Ayrımsa ayrım, hem sabit fikir hem hemfikir. Kimi yüzeyseldir aslında ama derinleştiren derinleştirir, bilir. Bu da biliyordu aslında... Yazılmadan evvel.

11 Ocak 2013 Cuma

Hepsinin Ayrı Hikâyesi Ama Hepsi Aynı Hikâyede...


Balkanlardan gelen şiddetli soğuk hava dalgasının içindeyim. Bak ne diyeceğim... 4 ay aramadın ya 2 ay daha uzataydın da askerlik yapaydın gönlümde.Hem işime gelirse bedelli de yaptırırım müebbet de.

Deniz dalgalarının kumları yaladığı, kayalıklara çarptığı ve güç bela ulaştırdığı cam şişenin içindeki yazılı fermanı okuyan adamın yanındayım. Oturduk bir ahşap sandığa sandukaya okudukça ağlıyoruz. Hava rüzgârlı. Aşk kebap. Tüttü tütecek belki ama kıvama gelmesine var daha.

Her sabah saçlarını ören sonra komşu köyden tereyağı fıçısı getiren cepkenli fistanlı bir genç kızın yolda can sıkıntısından yanık sesiyle tutturduğu sevda türkülerindeyim. Sözlerin her biri yürek dağlayıcı, can yakıcı. Belli ki yaralı... Ama yol uzun, bu daha çok türkü demek ayrıca.

Yaptığı yaramazlık sonrası şımaran ve annesinin şeker vererek susturduğu ve babasının ayıplayıcı bakışlarıyla tedirgin olan bahçevan pantolonlu bir çocuğun hemen arkadındayım. Bir taraftan şekerini emerken bir taraftan etrafına bakınıyor ama yol kenarında çocuk. İçi cıvıl cıvıl olsa da yine de endişe dolu. Bir mavi tişörtü var üzeirnde bir de kadife haki şapkası.

Yolu epeyce yarılamış ama kendinden muzdarip, biraz bezgin yarı okumuş etmiş yarı görmüş geçirmiş biri var. Aşkı bilmemiş hiç. Doğaçlama yaşamış. Yarı kadere inanmış yarı kendi yaşamış. Köstekli saatine bakıyor boşta kalan sağ eliyle de taba kasketini hafif gevşetircesine başından. Boş durmayı sevmediğine kanaat getiriyorum... Derken gözleri ele veriyor zaten durumu. Geçmişten haber verircesine. Ama şimdi yarı biçare yarı bihaber devam ediyor yoluna. Aşkı bilmezmiş dedim ya, çok çekmiş zamanında belli ki aslında.

Bir  de madam var gördüğüm. Madam diyorum 50'li yaşlarında ve kokona biraz. Tamam belki de epeyce ama kendini kokoş görmüyor işte. Boynundan omuza akan bir etol var. Kuzguni siyah... Bir de hani eski Türk filmlerinde de görmeye alışık olduğumuz İngiliz stili, zerafet temsili siyah tüllü bir şapkası var başında. Dikkat çekici bir ruj var dudağında, kırmızı. Etrafını bordo kalemle kontörlemiş. Sağ elinde sarı beyaz kırçıllı bir köpeği var, kontes. Eldiveninin uç kısımlarını kemirmiş. Bir sağa bakıyor bir sola. Yola devam edercesine şen kahkalar atıyor, yarı çatlak tonlu yarı şuh.

Derken bahar oluyor. Hani bildiğimiz tabirlerle değil bu bahar. Çiçek böcek, böcü börtü, yeşil, çimen, güneş kuş cıvıltıları yok mesela. İşte böyle bir baharın içindeyim ve bak ne diyeceğim... Erteledik durduk ya hani bizi biz, tatil çığlığı atamadık hani bir türlü, olsaydın benimle şimdi hem karne alırdık hem dolu yaşardık her bir günü, deli dolu... Ama şimdi her şey yarım yamalak, biraz ucuz ve sıradan. Masumane de bir o kadar. Ayrıca karne de kırık dolu...

10 Ocak 2013 Perşembe

Kutlu Olsun!

Hayat zor... Zorlu yollar. Haliyle zorlu da koşullar. Görevini layıkıyla yapan, daima saygıyı hakedenlerin günüydü bugün. Çalışan, aday ya da öğrenci. Bu yola emek vermişlerin... Onlar düşünce, birikim ve deneyimleriyle var olacaklar. Yaptıkları için... Kazandırdıkları ve ileri taşıdıkları için. Layıkını bulmasa da bulamasa da layıkıyla yaptıkları için... Basın şehitleri de var içinde, önemli gazetecilerimiz de... Yitirdiklerimiz, kaybettiklerimiz için... Kazanacaklarımız ve değerini bileceklerimiz için... Yaşıyor olup da gurur duyulasılar için... Onların bakışıyla bu ülke için... İlerisi için... Geleceğe taşınmak için...

Fazla dallandırıp budaklandırmayacağım. Sevdiğim bir alıntıya yer vermek istedim bugün. Sizlerle onu paylaşmak...

"Televizyon çocukları sizi...
Televizyonun diktatör dediğine diktatör, terörist dediğine terörist, hain dediğine hain, şehit dediğine şehit, şerefsiz dediğine şerefsiz, kahraman dediğine kahraman diyen uydu alıcıları sizi... Spikerin dudak uçlarında yaşayan, okumaktan, sorgulamaktan, araştırmaktan, nefret eden üniversite mezunları sizi... Hiç okumayın, sorgulamayın, araştırmayın, incelemeyin... Sadece kumandanın tuşuna basıp ezberleyin... Televizyonda yemek yiyenlerin görüntüleriyle beslenip, öpüşenlerin sevdasıyla tatmin olup, askere gidenlerin kanlı elbisesiyle cesur olun... Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığınız birini alçak ilan edin, yine dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığınız birini kahraman...
Yalnız dua edin de elektrikler gitmesin..."

Kutlu Olsun!