İnsanın sana içini dışını emanet edesi var.
Gözlerinin içine baka baka saklanası,
Oralarda kaybolası var sonra.
Şarkılar söyleyesi var usul usul
Ama avaz avaz aslında...
Şiirlerini veresi var insanın sana...
Akşam yemeğini, sabah sohbetini, tüm kelimelerini veresi var.
Kırk hatır ya da kırk satır fark etmez,
Bir fincana kırk hatrı sayası var işin bahanesine...
Çiğ tavuk yiyesi var yine aynı hatır için
Gönlünü, ömrünü, gülüşlerini veresi var...
Günah insan için, oysa günahsızı güzel ya hani insanın
Diken gül için, oysa dikensizi güzel gülün de hani
Ama gülü gül yapan diken, insanı insan yapan günahlar
Yoksa anlaşılmaz ki güzellik, farkı kalmaz ki diğerlerinden o kadar.
Senin her hâlin, her duruşun ve de her bakışın yeter...
Bu ömrünü önünde eğiciye ve âmâde ediciye
Çünkü sen her hâlinle güzel değilsin özünde...
Benim gözümde, gönlümde, bakışımda ve yüreğimde güzelsin sen aslında sadece.
Bunu söylüyorum ama sırf sen şımarma diye.
Sırf başkalarında bu kadar kendini yücelterek görme diye.
Sırf seni seviyorum diye...
Oysa uzun boyuna hayranlıksa hayranlık, sonuna kadar
Yüreği kocamanlığına derinlikse derinlik, merhametin alabildiğine üstelik...
Yüreğinin güzelliği yüzündedir şükürlük, benim için müjdelik
Ve bir sözün ömrüme bayramlıksa bayramlık, ballık şekerlik
Dinlenirim kanatlarının altında, serinlik gölgelik
Aşkı bir ömür boyu yolda sapmadan tek sürmelik
Bir sıkımlık, bir serpimlik, bir geçimlik, bir seçimlik
Ömrünü ömrüme nasip eyleyen düşünmüş bizi; bir gönüllük, bir kerelik
Aşkın uzatmalarında olur bazen bir dinginlik bir "yücelik"
Sen esmerliğinde kavurdun beni yaz sıcağında, bal gözlerinde; bir ömürlük, birebirlik...
30 Haziran 2014 Pazartesi
27 Haziran 2014 Cuma
Düsturlu Yalanlar
Hayata yalan diyenleriniz çoktur umuyorum ki aranızda. Hani Yunus'un dizelerindeki gibi. "Mal da yalan mülk de yalan... Var biraz da sen oyalan." Yaşamın kimyası gereği insanın gözlemlerine dayalı bir çıkarım bu. Dünya doğum ve ölüm arasında bir yaşam sunar insana zaman ve mekanlar eşliğinde. Ancak doğduğunuz anda yaşamaya başlarsınız, ölümle son bulur bu ne idüğü belirsiz mucize(!) Çünkü yaşadıklarınız yok olur, siz son bulursunuz. Böyle olunca da yaşamınızdaki tanıdıklarınız için bir var yok arası bir rüya gibi kaybolursunuz yaşamın içinde. Varsınızdır; çocuklarınız kalmıştır geride, torunlarınız belki de. Yoksunuzdur; anılarınız silinir ya da eskir, perçinlenmez, yok olmaya yüz tutar aksine. Zamanın silip süpürmediği şey yoktur, çok değildir azizim en azından neticede!
Bu arada tabii ki yaşam boyu, hani o ölümle doğum arasında yaşadıklarınız da dünyanın içinde harmanlanır kaybolur. Yalan olur. Dünya yalansa onlar hayli hayli yalan olur. Koca yalanın içinde küçük ufak tefek yalanlar gibi. Okuduklarınız, yazdıklarınız, yaşadıklarınız... Evliliğiniz, işinizdeki itibarınız, mezuniyetleriniz, aşklarınız... Ayrılıklarınız, özlemleriniz, duygularınız... Tüm bunlar insanın içinde etkileşimde bulunduğu sürece oluştuğu şeyler, fark ettiyseniz. Yani siz yoksanız; her biri birer hiç, birer yok... Dolayısıyla bu dünyaya ait ne varsa yalan, bunun bilincindeyiz. Dolayısıyla, bu dünyaya ait her şey... Her nesne, her canlı, zaman, yerler, renkler, gökyüzü, ilkbahar, X-Man... Hatta sevimli hayalet Casper bile(!) Ve dünyayı genelledikçe diğerlerini soyutlamak ya da ayrı tutmak elde değil. Onlar da bu yalan düzenin bir parçası, bir organı hatta belki birer oyuncağı...
Dolayısıyla böylesi bir dünyada aşkın tanımı şöyle bir dizede anlatılırdı:
"Sen bana en çok değer verendin


"Sen bana en çok değer verendin
yine sen beni en değersiz hissettirdin..."
Ucu yalana çıkıyor biraz da. Aynı kişi, zamanla paralel değişimi, çokluk/azlık zıttı - zıt kavramlar ve duygular yoğun ve bir şiir parçası ve bir aşk acısı... İşte dünya özetle birkaç kelimenin, sözün içinde koca bir yokluk. Dünya yalan demiştim size.
Ucu yalana çıkıyor biraz da. Aynı kişi, zamanla paralel değişimi, çokluk/azlık zıttı - zıt kavramlar ve duygular yoğun ve bir şiir parçası ve bir aşk acısı... İşte dünya özetle birkaç kelimenin, sözün içinde koca bir yokluk. Dünya yalan demiştim size.
Dünya madem koca bir yalan, biz de kendimiz yaratırız su perisi, şeker pembesi, tatlı mı dünya tatlısı yalanlarımızı(!) Onun dilinden konuşmak adına...
Çek bir bilet evladıımm!
25 Haziran 2014 Çarşamba
Makul Senaryolar

Beklentiye göre yaşamak ile rastlantıya göre yaşamak neredeyse benzer. Peki ya, boşvermişliğe göre yaşamak mı; yoksa, istediğin şekilde keyfine göre yaşamak mı... Beklentilerimiz büyük ve o büyük beklentilere göre yaşıyoruz hepimiz neredeyse. Başkasının ağızına bakarak, kendimizi eğilimlendirerek yönlendirerek, başkasının komutası, kumandası merkezi altında yaşıyoruz, umarsızca.
Dünya düzeninin akışına ayak uydurmaya çalışıyoruz diğer taraftan da. Acaba düzenin içine kurulu bir mekanik miyiz, diye düşünmüyor değilim dönem dönem. Yani belirli şeyler doğrultusunda onları yaşayarak tükeniyor ömür. Çocuklukta oyuncak oynadıysan, sokakta parkta koşuşturduysan ne iyi; ancak, sonrası okul, askerlik, iş, evlilik, doğum, çocuk sahibi olma derken elimizde bir değnekle yürümeye başlıyoruz, hayıflanırcasına parkta koşturduğumuz günlere. Derken canımız ciğerimiz olmuş o yaştaki evlatlarımız (torunlarımız). Ve bir bak-amıyoruz ki, tahta bir kutunun arasında kalmış, içindeyiz, yolcu ediyor sevdiklerimiz. Bilmem, belki de görüyorsunuz uğurlandığınızı. Herkes sizin için ağlıyor ama siz bir şey diyemiyorsunuz ya da yapamıyorsunuz. Kötü bir hissiyat olsa gerek diğer yandan da. Yani tüm bunlar, buraya değin anlattığım, anlatmaya çalıştığım bu süreç biz doğmadan önce belli oluyor dünya koşullarında ve o ara dünyadaki karşılaşacağınız insanlarla... Biz bu düzenin içinde, kurulu olanın içine çıkageliyoruz bir bakıma. Ama isteyerek ama istemeyerek. Hoş, sorulmuyor tabii o da. Dolayısıyla herkes tekdüze, aynı yaşamda giderken; bunlar bir bir hepimizin başından geçtiği için bizden sonrakilere de bu şekilde aktarılıyor ve soruyoruz, hayatı deneyimleyerek... Sorunca sorguya tutulan taraf da toplumun bir beklentisi olarak görüyor kendi yaşantısını. Ancak, onlara göre hareket edilmemesi bilinmeli, zira herkese yetişemiyoruz insanoğlu olarak. Bu kez kendi hayatımız geçiyor gidiyor gözümüzün önünde! Raslantılarla kurulu yaşamda çeşitli olaylar yaşıyoruz ve bu kadar "tevafuk" olur diyoruz bazen, biz bile şaşıyoruz(!) Saniyesi saniyesine. Her gün kim bilir kaç tanıdığımızla aynı mekânlarda görülüyoruz dünya kamerasında birbirimizle karşılaşmadan. Ne garip, düşünsenize bir... Tabii, raslantıya göre yaşamak da biraz akışına bırakmak, kadercilik... Tıpkı boşvermişlik gibi. Ancak boşvermişlik daha bir koyvermişlik aslında raslantısala göre. Sanırım şu noktada asıl önemli olan; yudum yudum, hayatın her anının tadına vararak, ıskalamadan yaşamak. En kötü şeyin bile bittiğine inanarak, inancımıza göre diğer dünyaya bazı şeyleri saklayarak, başa gelenin çekileceğinin bir tarafa zaman içinde tükenebileceğini de bilerek, inanarak... Belki biraz özleyerek ama sonrasında sizin de bâki olamayacağınızı idrak ederek, anlayarak...
Tabii şu noktada algılama da önemli. Algılarımız... Senin kişisel algılaman ile karşındakinin algısının uyuşmasıyla kuruluyor bağlılık ve bağlantılar. Mevlânâ dememiştir hani boşuna; "Ne kadar konuşursan konuş, söylediklerin karşındakinin algılayabildiği kadardır" diye. Bunu biraz açalım şimdi. Örneğin hiçbirimiz "ben deryaya gidiyorum" demez. Toplumun bizden beklentisi "denize gidiyorum"dur. Derya'ya gidiyorum dersen ya anlamazlar ya geçiştirirler ya da bir kişiye gittiğini sanırlar. Eğitim, öğrenim, görgü ve deneyimlerin uyuşması gerek biraz da bunun için. Yoksa kusur hepimizde az biraz, ordan burdan, ucundan kıyından. Hep derim ya, blogun başladığı yıllar daha sık dile getirirdim gerçi bunu: Senaryomuz çoktan belli (evet-hayır çizelge/tablosuyla) biz rolümüzü ifa ediyoruz, yerine getiriyoruz diye. Boşuna yaşamak değil, boşlukları doldurarak yaşamak önemli. Hepimizin var elbet kâinatta bir senaryosu, yoksa hiç birimiz boş değil, boşuna değiliz. Vardır bir döngüde katkımız, çorbada tuzumuz elbette ki. Boşuna değiliz okuyucularım, takipçilerim... Vardır elbet Yaradanın bir bildiği. Herkesin vardır bir senaryosu kendine göre ama o senaryonun aslı evrende, kâinatın içinde. Senaryo sizin elinize verildikten sonra da ömrünüzle birlikte, insanlarınızla birlikte, sizinle birlikte...
Dünya düzeninin akışına ayak uydurmaya çalışıyoruz diğer taraftan da. Acaba düzenin içine kurulu bir mekanik miyiz, diye düşünmüyor değilim dönem dönem. Yani belirli şeyler doğrultusunda onları yaşayarak tükeniyor ömür. Çocuklukta oyuncak oynadıysan, sokakta parkta koşuşturduysan ne iyi; ancak, sonrası okul, askerlik, iş, evlilik, doğum, çocuk sahibi olma derken elimizde bir değnekle yürümeye başlıyoruz, hayıflanırcasına parkta koşturduğumuz günlere. Derken canımız ciğerimiz olmuş o yaştaki evlatlarımız (torunlarımız). Ve bir bak-amıyoruz ki, tahta bir kutunun arasında kalmış, içindeyiz, yolcu ediyor sevdiklerimiz. Bilmem, belki de görüyorsunuz uğurlandığınızı. Herkes sizin için ağlıyor ama siz bir şey diyemiyorsunuz ya da yapamıyorsunuz. Kötü bir hissiyat olsa gerek diğer yandan da. Yani tüm bunlar, buraya değin anlattığım, anlatmaya çalıştığım bu süreç biz doğmadan önce belli oluyor dünya koşullarında ve o ara dünyadaki karşılaşacağınız insanlarla... Biz bu düzenin içinde, kurulu olanın içine çıkageliyoruz bir bakıma. Ama isteyerek ama istemeyerek. Hoş, sorulmuyor tabii o da. Dolayısıyla herkes tekdüze, aynı yaşamda giderken; bunlar bir bir hepimizin başından geçtiği için bizden sonrakilere de bu şekilde aktarılıyor ve soruyoruz, hayatı deneyimleyerek... Sorunca sorguya tutulan taraf da toplumun bir beklentisi olarak görüyor kendi yaşantısını. Ancak, onlara göre hareket edilmemesi bilinmeli, zira herkese yetişemiyoruz insanoğlu olarak. Bu kez kendi hayatımız geçiyor gidiyor gözümüzün önünde! Raslantılarla kurulu yaşamda çeşitli olaylar yaşıyoruz ve bu kadar "tevafuk" olur diyoruz bazen, biz bile şaşıyoruz(!) Saniyesi saniyesine. Her gün kim bilir kaç tanıdığımızla aynı mekânlarda görülüyoruz dünya kamerasında birbirimizle karşılaşmadan. Ne garip, düşünsenize bir... Tabii, raslantıya göre yaşamak da biraz akışına bırakmak, kadercilik... Tıpkı boşvermişlik gibi. Ancak boşvermişlik daha bir koyvermişlik aslında raslantısala göre. Sanırım şu noktada asıl önemli olan; yudum yudum, hayatın her anının tadına vararak, ıskalamadan yaşamak. En kötü şeyin bile bittiğine inanarak, inancımıza göre diğer dünyaya bazı şeyleri saklayarak, başa gelenin çekileceğinin bir tarafa zaman içinde tükenebileceğini de bilerek, inanarak... Belki biraz özleyerek ama sonrasında sizin de bâki olamayacağınızı idrak ederek, anlayarak...
Tabii şu noktada algılama da önemli. Algılarımız... Senin kişisel algılaman ile karşındakinin algısının uyuşmasıyla kuruluyor bağlılık ve bağlantılar. Mevlânâ dememiştir hani boşuna; "Ne kadar konuşursan konuş, söylediklerin karşındakinin algılayabildiği kadardır" diye. Bunu biraz açalım şimdi. Örneğin hiçbirimiz "ben deryaya gidiyorum" demez. Toplumun bizden beklentisi "denize gidiyorum"dur. Derya'ya gidiyorum dersen ya anlamazlar ya geçiştirirler ya da bir kişiye gittiğini sanırlar. Eğitim, öğrenim, görgü ve deneyimlerin uyuşması gerek biraz da bunun için. Yoksa kusur hepimizde az biraz, ordan burdan, ucundan kıyından. Hep derim ya, blogun başladığı yıllar daha sık dile getirirdim gerçi bunu: Senaryomuz çoktan belli (evet-hayır çizelge/tablosuyla) biz rolümüzü ifa ediyoruz, yerine getiriyoruz diye. Boşuna yaşamak değil, boşlukları doldurarak yaşamak önemli. Hepimizin var elbet kâinatta bir senaryosu, yoksa hiç birimiz boş değil, boşuna değiliz. Vardır bir döngüde katkımız, çorbada tuzumuz elbette ki. Boşuna değiliz okuyucularım, takipçilerim... Vardır elbet Yaradanın bir bildiği. Herkesin vardır bir senaryosu kendine göre ama o senaryonun aslı evrende, kâinatın içinde. Senaryo sizin elinize verildikten sonra da ömrünüzle birlikte, insanlarınızla birlikte, sizinle birlikte...
23 Haziran 2014 Pazartesi
Üstüruplu Hikâyeler
Bir önceki yazımda verdiğim sosyal mesajda aslında insanlık için büyük bir adım atmıştık, hatırlarsanız. İlk paragrafta bunu vermek (özet) çok garip geldi şu an ama ama geçen yazıya dair bahsetmek istedim konu önemli olduğu için ve burada da biraz bahsedeceğimiz için. Hatırlayalım isterseniz biraz... Özetle, bir insanın bir insanla kurduğu ilişki (metalaşmış aşk demiyorum, aşk, arkadaşlık, dostluk, akrabalık, vb.), koca bir döngüye ait aslında. Dünyaya, hayata... Böylece bütünlük, o uyum ve neticede dünyanın o dengesi var sırf bu yüzden. "Arkadaşımın arkadaşı aslında arkadaşım" yani... İnsanlar hep birbirine bağlı neticede. Hani 90'larda popüler bir şarkının da söylediği gibi; "Adem Baba'ya kadar asiliz sülaleden..." yoksa canım ne var bunda! Tek türdeş, tek yapı ve tek çatı: İnsanlar ya da İnsanlık!
Büyümek insanın elinde olan bir şey değil, siz de gayet iyi bilirsiniz ki. Ama bir istek, bir heves, bir özenti olabiliyor zamanla, hayatta. Zaman ve hayatın da bir arada kullanılmasını hep ironik bulmuşumdur. Birlikte kullanılan ama dünyaları farklı aşıklar! Vazgeçilmez ve kaçınılmaz mutsuz son. Paralel gibi görünüp, mış gibi yapan cinsten... Gayet akılcı bir işbirliği ancak bir o kadar da bedeli ağır bir düzmece, insana karşı. Ciddi akıl ve aşk danışıklığı var bu işte. Çünkü dünya bu işte... Neyse, büyükler çocukluğunu özler neticede, çocuklarsa bir an önce büyümek. Herkes kendinde olmayanın peşinde. Kendi elindekileri bilip yetinen ve hatta şükreden az azizim. Belki de neredeyse yok denilecek kadar az nitelikte. İzmir'de yaşamadığım için İzmir'i özlemem, gazetecilik okuduğum için doktor olmak istemem, bekâr olduğum için de evlenmek istemem gayet normal tabii(!) Bunlara sahip olan başka biri de eminim başka şeyleri istiyordur ya da benim elimdekileri. Asırlardır idrak edilmeyen important point, önemli nokta burası işte... Halbuki sizin elinizdekileri olmak isteyen de milyonlarca insan varken, milyonlarca insan sizin gibi olmak isterken, şükretmemek ve dahasını istemek "doyumsuzluk"... Başka bir şey değil gibi. Tek gecelik ilişki gibi. Elde edene kadar, ettikten sonra at gitsin. E tüketim çağı ne beklersin ki şekerim? "Kullan at, hızlı tüket..." Akademik olarak popülerite, popüler kültür ve tüketim kültürü ve beraberinde kapitalizmin dayattıklarından açılmadan konu toparlayalım. Konumuza dönecek olursak eğer, herkesin hâline şükretmesi gerektiğine inanıyorum. En azından bir tık altımız, eksiğimiz düşünülebilir bu doyumsuzluk aşamasında, bunu yenebilmek için. Doyumsuzluk hırs yaratır azizim. Azim kişinin kendisiyle yarışıdır, kişiliğidir bunu da unutma. Sen sabırsız olabiliyorsun yeri gelince. "Hemen olsun, derhal olsun" istiyoruz bir taraftan isteklerimizin ama altındaki hayrı da görmek gerek bazen. Çabuk tükettiğin için, her şeyin hızına hızlısına alıştığın için elinde olmayan bazı şeylerin de elindeymiş gibi hızlı olmasını istiyorsun. Oysa kusura bakma ama dünkü b*ksun! İstersen yüz yaşında ol, 7-8 senedir senin derdini çekenleri de gör!! N'olur gör onları da?! Onlar insan değil mi? Onlar emek vermiyorlar mı? Alışmışız, etrafımızda hızla olan bitene, bundan bu angarya... Yoksa nereden bilebilirdik ki neticede çocukken severek söylediğimiz şarkıların ileride dinlediğimizde canımızı acıtacağını belki de yakacağını...
Büyümek insanın elinde olan bir şey değil, siz de gayet iyi bilirsiniz ki. Ama bir istek, bir heves, bir özenti olabiliyor zamanla, hayatta. Zaman ve hayatın da bir arada kullanılmasını hep ironik bulmuşumdur. Birlikte kullanılan ama dünyaları farklı aşıklar! Vazgeçilmez ve kaçınılmaz mutsuz son. Paralel gibi görünüp, mış gibi yapan cinsten... Gayet akılcı bir işbirliği ancak bir o kadar da bedeli ağır bir düzmece, insana karşı. Ciddi akıl ve aşk danışıklığı var bu işte. Çünkü dünya bu işte... Neyse, büyükler çocukluğunu özler neticede, çocuklarsa bir an önce büyümek. Herkes kendinde olmayanın peşinde. Kendi elindekileri bilip yetinen ve hatta şükreden az azizim. Belki de neredeyse yok denilecek kadar az nitelikte. İzmir'de yaşamadığım için İzmir'i özlemem, gazetecilik okuduğum için doktor olmak istemem, bekâr olduğum için de evlenmek istemem gayet normal tabii(!) Bunlara sahip olan başka biri de eminim başka şeyleri istiyordur ya da benim elimdekileri. Asırlardır idrak edilmeyen important point, önemli nokta burası işte... Halbuki sizin elinizdekileri olmak isteyen de milyonlarca insan varken, milyonlarca insan sizin gibi olmak isterken, şükretmemek ve dahasını istemek "doyumsuzluk"... Başka bir şey değil gibi. Tek gecelik ilişki gibi. Elde edene kadar, ettikten sonra at gitsin. E tüketim çağı ne beklersin ki şekerim? "Kullan at, hızlı tüket..." Akademik olarak popülerite, popüler kültür ve tüketim kültürü ve beraberinde kapitalizmin dayattıklarından açılmadan konu toparlayalım. Konumuza dönecek olursak eğer, herkesin hâline şükretmesi gerektiğine inanıyorum. En azından bir tık altımız, eksiğimiz düşünülebilir bu doyumsuzluk aşamasında, bunu yenebilmek için. Doyumsuzluk hırs yaratır azizim. Azim kişinin kendisiyle yarışıdır, kişiliğidir bunu da unutma. Sen sabırsız olabiliyorsun yeri gelince. "Hemen olsun, derhal olsun" istiyoruz bir taraftan isteklerimizin ama altındaki hayrı da görmek gerek bazen. Çabuk tükettiğin için, her şeyin hızına hızlısına alıştığın için elinde olmayan bazı şeylerin de elindeymiş gibi hızlı olmasını istiyorsun. Oysa kusura bakma ama dünkü b*ksun! İstersen yüz yaşında ol, 7-8 senedir senin derdini çekenleri de gör!! N'olur gör onları da?! Onlar insan değil mi? Onlar emek vermiyorlar mı? Alışmışız, etrafımızda hızla olan bitene, bundan bu angarya... Yoksa nereden bilebilirdik ki neticede çocukken severek söylediğimiz şarkıların ileride dinlediğimizde canımızı acıtacağını belki de yakacağını...
E millet ne der korkusu... Bırak hergün herkes herkese her şeyi söylüyor bu devirde zaten. Şu düşündüğüne bak, Allah'ını seversen! Senin gibi benim gibi birileri gibi elbette seni sevenler de olacak nefret edenler de. Ama bu herkes için geçerli, yalnız senin için değil. Bunu düşünürken bile bencil olabiliyorsun... Sen bunu düşünmeyerek rahatlamaya çalış asıl, motive olman gereken sözler bunlar biraz da. Sen sana düşeni yap yalnızca üstelik, ötesini değil. Zaten kaldı ki, ötesini isteyen de yok, bekleyen de. Dedikodu mu? AMAAANN... Dedikodu... Birlikte paylaşılacak bir şeyi olmayan insanların o andaki anlık kişiler üzerine konuştukları, atıp tuttukları, onların üzerinden değerlendirme yaptıkları (kendileri padişah torunu), yapabildikleri bir zaman öldürme aracıdır. Paylaşılacak bir şey olmadığı gibi bu kof şey bunu gerçekleştiren içi boş laflarla bireyleri kaynaştırır. Böylece, boş zamanlarda üretilen bir mekanizma olarak karşımıza çıkar.
Bunu unutma bu arada, bir gerçek de var ki iyiler olmadan kötüler bir hiçtir...
20 Haziran 2014 Cuma
Arkadaşımın Arkadaşı Arkadaşım!




Sevdiklerimizi sorarlar ya bize küçüklüğümüzde hani; "en çok hangisini seviyorsun?" diye... Genellikle "anne ve baba" cevabını verirsen, politik oluyorsun ta o yaşlardan hani. Doğru bile olsa üsteleme, anlayacaklarını anlar onlar. O çocuğun o yaşta politika yaptığını düşünür onlar çünkü, durmayın üzerinde. Anne veya babadan birini söylerseniz o gerçekçidir nedense. Hatta birini söylersin; "bana o değilmiş gibi geliyor" der soran sonra, cevaplayasın gelmez, hevesin kaçar... "Ne soruyorsun o zaman" dersin ama neyse anlayacağını anlayacaktır zaten soran da. Bir iki yaş daha atar, ilerler vakit... Bu kez "orası mı daha güzel burası mı?" sorusu alır yerini. Bu soru zaman zaman komik gelebilir ama öyle ya da böyle çıkar insan yaşamının çeşitli anlarında karşısına. Sorular aynı tarzdadır hatta belki birebir aynı da gelebilir. Ancak soranlar değişir çoğunlukla etrafta. Malum, kendi yaşamımızda sadece biz başroldeyiz. Neyse ki birilerini seçip birilerini eleyebiliyoruz, öyle bir seçeneğimiz var, bizden başka diğer oyunculardan yani. Ki birkaç kişiyi değişemiyorsun, değiştiremiyorsun ya da daha doğrusu. O en sevdiğimiz sevgilimiz bile zaman geliyor bir yabancı gibi gelebiliyor, belki de daha uzak. Hiç yaşanmamış gibi. Nazım'ın dizelerindeki gibi ya da, hani "artık herkes gibi..." Aile değişmezlerin oluyor, birkaç dost belki ve belki birkaç akraba. Akrabaların, arandaki kan bağın bulunan insanların bile yeri geliyor daha sönük kalabiliyor hayatındaki yeri. Etkisiz eleman gibi, kendiyle çarpılmış gibi bile değil, sıfır gibi... Yeri gelir, 7 kat el daha yakın olur, dokunur yaşamına ucundan ya da kıyından.
Peki ya arkadaş... Hani yaşamının ucundan kıyından ama illaki bir yerinden girmiş de diğer "herkes"ten yalnızca bir adım, bir tık önde olan arkadaşlardan bahsediyorum, evet. Bir adım geri olursan toplumun bir bireyi olur hani. Tanımadığın olur, herkes olur, yabancı olur yani. Sadece "merhaba merhabadır" hani bu ilişkinin adı yalnızca. Peki, tamam, size bir şey demedim zaten, yanlış anlamayın. Kimseyle dargın olmayabilirsin, herkesle barışık karışık olabilirsin, hatta dünyayla bile barışık, hayatla bile barışık olabilirsin. Peki, yalnızca mesafeleriniz olsun birine bir metre ötede, birine 10 km ötede olan. Siz zaten merkezdesiniz, ona laf atmadım, karışmadım bile, ne haddime! Neyse efendim, işte o sizin mesafe bile bırakmaya gerek duymadıklarınız yalnızca karşılaştığınız ve ayaküstü tanıştığınız birinden bahsediyorum, paragrafın başından beri, işte o "arkadaş"tan. Hani "-merhaba -merhaba" olan. Çok samimi olmayan. Arkadaştır işte hayatına dokunduğu için neticede. Senin yaşamını bir yerinden yakalamıştır yalnızca... İşte hep bu yüzden: "Arkadaş". Mesela, dışarda senden yaşça büyük birine annenin yarısı olduğu için "teyze" demek değildir bu. O mesafe olarak bundan bir tık daha ötede. Herkese daha yakın o "teyze". Ama neticede o da "teyze"(!) Gene güvenirsin ve arkanı kollar "arkadaş", o kişiye de öyle hitap edersin, sorgulamadan(!) -Tamam, siz arkadaşın arkanızda duranlardan da değilsinizdir şimdi kimbilir(!), yanınızda olsun, yanınızda dursun istersiniz hani, o zaman "yandaş" diyelim tamam ama genel adıyla arkadaş olur o da tabii- İşte Yaradan yarattığı için sevmek vardır ya hani Yunus'un dizelerinde... Yalnızca onun için sevsen bile güvenirsin neticede, "el" dediğimiz kişilerden... Hatta yeri gelir bir dostuna bile güvenemezsin kolay kolay o kadar, ona güvendiğin kadar güvenemezsin de belki de. Onun bir arkadaşı dahi senin bir arkadaşın olur... Basit bir tekerleme gibidir bu belki ama içinde ne ince bir espri vardır... Bir felsefe, bir Yunus, bir Mevlânâ yatar içinde... Basit şeyleri düşünün bazen. Takın aklınıza, saçma şeyler takıp düşünceğinize... Sırf bunu irdelemek sorgulamak için yazdığım bir yazıydı. Belki bir nebze olsun bakış açınız değişmiştir. Biraz düşünün diye sadece bu yazı. Ötesinde, sonsuz bir teşekkür ediyorum sabrınız ve dinlemeniz için elbette. Daha fazla karışmak da zaten düşmez haddime.
18 Haziran 2014 Çarşamba
Zırdeli!
Bana en son yaptığın çılgınca şeyi anlat
Sonra zaten başlarız kaldığımız yerden.
Bir şey söylemeye gerek yok, geçmişi deşmeyi de...
Bir eksikliği kapamış gibi devam ederiz, çalmaya aynı telden.
Bazı insan sevilmekten hazzetmez
Bazısı arar, sorar, edinir, bulur aşkı; kudurur...
Bazısı bulur bunar, bazısı soldurur
Aşktan geçer ama öyle ya da böyle her kalp, yorulur...
Yarını dünden bağımsız yaşıyorum.
Bir gün güneş açıp, bir gün bulutlanıyorum.
Sana yaptıklarımın aynısını bir başkasında buluyorum.
Sevildiğimi zannetmiyorum bu kez; sevildiğimi hissediyorum...
Sen gibi bulup da bunamıyorum bu arada, nankörlük etmiyorum.
Şükrediyorum yolladığı için bana, uyum içinde, gönülden eşlik ediyorum.
İllaki bir yorgunluk olacaksa hayatta;
O da bırak sevdiklerimin elinden olsun diyorum.
Varsın olsun, zamanla ben de geçip gidiyorum...
Sana anla diyorum ama
Senin iyiliğin daha önemli değil mi?
Ben ne yaparsam yapayım sonuçta
Sensin asıl muhakkak ve asıl önemli.
Ne akilsin ne de kâmil...
Delisin tam bi' zırdeli!
Bir fırsat olmalı, bul onu!
Endişe etme, ...hallet!
Senin gibi "aşık" olmaktansa böyle aşık olurum, çok daha iyi!

Yetiş hızıma, acele et hadi!
Ben gücü aşktan alıyorum;
Ağladığımda bulutlar yağmur yağdırıyor üzerine, görmüyor musun?
Hadi fark etmiyorsun anladık, hissetmiyor musun;
kalbinin ıslandığını da...
Beni başkalarıyla aldatan o gözler
Söyle, ölürsem benim için de ağlar mı?
Ben yanarsam başka gözlerde, o gözlere bakmam seninkiler varken

Kaf Dağı'nda kurt mu öldü, hayırdır?
Adamın dibi olmaz senden, sen olsan olsan cehennemin dibisin...
Garson masayı topladın ama beni almayı unutmuşsun.
İnsan rüya ve hayalleriyle gerçektir
Şimdi söyle hadi, sen beni gerçekten mi sevdin?
Ben hayal kırmadım oysa, ben hayal kurdum.
Zengin kalkışı yaptın ya gönlümden...
Bingo! Ama beni değil, aşkı vurdun...
'Namütenahi ve mütemadi aşklar...
16 Haziran 2014 Pazartesi
Koynunda Anakonda Beslemek


Giriş biraz sert oldu ama ne sertlikler yaşadık, boşversenize, Türkiye'de bugüne dek. Gerçeğiyle gizlisiyle yalanıyla, çok değil elbet bu da atlatılır elbet(!) "Geçer" derler, "boşver" derler, "geçmiş olsun" derler, en iyisini düşünenler özellikle hatta "bununla gelsin geçsin" derler ya hani; nasıl geçtiğidir önemli olan bunun aslında. Atladıkları nokta, en önemli nokta hatta. Bunu bilmezler, sormazlar, ilgilenmek istemezler bu yüzden de sormazlar ya zaten. İşin özü dışarıdan gibi görülmese gerek. Değerlendirme, öğüt/nasihat verme, şans/dilek dileme, talep/iyilik etme, isteme, talkım verme kolaydır, dildedir ancak olayın içinde olmak başkadır genellikle. Yaşamak hele ki ve illaki yürekle...
Babaları değerlendirdik, konu annelerle de genellendi tabii bu arada, ama peki ya çocuklar... Çocuklar yaparlar mı elinden geleni? Emeği, hazır lokmayı, ekmek elden su gölden'i, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak'ı, bir dediğini iki etmeme'yi... ve nicelerini... Devri daim dünya ters döndüğünde, tersine işlediğinde her şey bu kez, karşılıklarını verir mi o 45'lik 50'lik ama hep gözlerinde 7 / 10 yaşındaki çocuklar, değeri? Bu kez ters döndürüp verirler mi çocukluklarında aldıkları o emeği o babalara ya da annelere? Hayat müşterek, denir ya hani, yeni evlenenler için. Bilhassa bizim toplumda kadınlar kullanırlar ev işlerinde kocalarının/ erkeklerin de bulaşması için bazı şeylere/işlere. Herkes işine geleni kullanır ya atasözü diye bu söz herkesin işine gelir yeri geldiğinde çünkü. Ama bu söz asıl anne baba ve onların görevleri için de çocuklar büyüdükten sonra aynı şekilde davranılması konusunda hayata geçirilmeli işte. Hayat o zaman müşterek olmalı. Bu söz bunun için zaten. İnsan insanın külüne muhtaç olur çünkü hayatta, her ne kadar kurdu olsa da... Yaşadığımız sürece mutlaka birilerine gereksinimimiz vardır, bunu unutmayın. Benim kimseye ihtiyacım yok, diyenlerin zamanla düştükleri komik durumu bile kaldıramayacak gururları, ego ve özgüvenleri varken bu yaşamda üstelik... Siz de komik olmayın!
Hele ki yaşam koşullarının ya da hayat şartlarının ağırlaştığı, insanlar arasındaki uzlaşının eksilerek herkesin benmerkezci konumunda dünyasını ve başka dünyaları da yönettiği ve çatışmanın, riskin, tehlikenin artarak yoğunlaştığı ve gitgide çoğaldığı şu devirde; yılanlar anakondaya, dinazorlar ejderhaya, insanlar robotik canavarlara dönüşerek çatışma ve içinde çelişki-yoğun bir dünyada Pollyannacı türküler çığırarak içten içe hırsımıza, kibirimize, kinimize, nefretimize yenik düşüyoruz. Bu yüzden önce kalbinizi, sonra neyi korumak istiyorsanız koruyun... Ama şunu unutmayın, etme bulma dünyasıysa burası, ne yaptıysan er ya da geç ama seni bir türlü, türlü şekilde ya da aynısıyla dönüp dolaşıp geliyor, karşında buluyor. Ve sen kaçamıyorsun. Bir de kınadığın şey çıkıyor er ya da geç karşına. Alay ettiğin şey bir bakıyorsun senin başında! Başkasına yaptığını sanma sakın başkasına, en büyüğünü bir sonraki adımda asıl kendine yapıyorsun, bunu unutma...
13 Haziran 2014 Cuma
Roller T-roller (Yarı Uzaysı Yarı Masalsı)
Şarkıları hüküm sürdüren çocuk...
Bırak ne anlarsan anla, dedi
Üzerinde durmadı, düşmedi üstüne de;
Duyguları için şarkıları kullandığını söyledi.
Şarkı sözlerini beter etti... Farkında bir de, köftehor...
Kendi amaçlarına kullanıyordu şarkıları, insanları da kullandığı gibi.
Kulu köpeği yapıyordu böyle kullanıyordu bir de, olabildiğine hor...
"Çok hora geçti" deyip üstüne bir tas komposto içti, alır diye hararetini...
Oysa aşkı sandığını söyledi, iki taraflı...
Meğer aşk her şeye duyulan tek taraflı aşırı sevgi.
Dibe çöktüm; kompostosundan yenice boşaltılan
Vişne taneleri gibi...
Onu öylesine çok sevmeni istiyorum ki,
Ayrıldığında çok olsun, zerresine kadar hisset...
Bizim başımıza gelen senin başına geldiğinde, tüm kalbinle yok ol...
Eri, bit... Acı çekmek neymiş gör ve aşık olmak neymiş anla.
İllaki birinden vazgeçmen gerekiyorsa o ben olabilirim...
Bırak, düşünme hiç ve mutluluğunu yaşa.
İllaki birini bırakacaksan eğer o ben olayım, beni bırak.
Zorluk çıkmasın başına yeter ki... Seni üzmesin çelişkide kalmak ve yormasın eskisi gibi...
Öylece bırakıp gider birileri
Artık yalınayak dolaşırsınız
Ne ilktir ne son, böyleleri...
Ne yapacağınızı da şaşırırsınız.
Senin içindeki çocuğu çıkarmayı sevdim, onu büyütmeyi, emek vermeyi.
İçindeki duygusal, ince ruhu, camdan kalbi görmekti niyetim.
Ve gösterdin, yaşattın, yaşattırdın, hissettirdin,
Teşekkür ederim...
Ekledim; hiç kimse kendi kalbinin sahibi değil aslında bu hayatta,
Herkes birbirininkinin sahibi...
Dedi belki alâkasız ama "yalakalık yapıp patron olacağıma,
Olduğum gibi olup olmak istediğimi olmam, daha iyi..."
' Daha fazla kıramazdın beni zaten, bundan öte zarar veremezdin.
Profesyonelliği ve aşırı soğukkanlılığı birbirine karıştıranların
Bir zaman sonra ruhsuzlaştığına inanıyorum, kendilerine özgüven aşıladıkları noktada.
Ve bazı çocuklar erken büyür.
Bazılarıysa yaşamadan ölür...
Bu hayatta.
Bırak ne anlarsan anla, dedi
Üzerinde durmadı, düşmedi üstüne de;
Duyguları için şarkıları kullandığını söyledi.
Şarkı sözlerini beter etti... Farkında bir de, köftehor...
Kendi amaçlarına kullanıyordu şarkıları, insanları da kullandığı gibi.
Kulu köpeği yapıyordu böyle kullanıyordu bir de, olabildiğine hor...
"Çok hora geçti" deyip üstüne bir tas komposto içti, alır diye hararetini...
Oysa aşkı sandığını söyledi, iki taraflı...
Meğer aşk her şeye duyulan tek taraflı aşırı sevgi.
Dibe çöktüm; kompostosundan yenice boşaltılan
Vişne taneleri gibi...
Onu öylesine çok sevmeni istiyorum ki,
Ayrıldığında çok olsun, zerresine kadar hisset...
Bizim başımıza gelen senin başına geldiğinde, tüm kalbinle yok ol...
Eri, bit... Acı çekmek neymiş gör ve aşık olmak neymiş anla.
İllaki birinden vazgeçmen gerekiyorsa o ben olabilirim...
Bırak, düşünme hiç ve mutluluğunu yaşa.
İllaki birini bırakacaksan eğer o ben olayım, beni bırak.
Zorluk çıkmasın başına yeter ki... Seni üzmesin çelişkide kalmak ve yormasın eskisi gibi...
Öylece bırakıp gider birileri
Artık yalınayak dolaşırsınız
Ne ilktir ne son, böyleleri...
Ne yapacağınızı da şaşırırsınız.
Senin içindeki çocuğu çıkarmayı sevdim, onu büyütmeyi, emek vermeyi.
İçindeki duygusal, ince ruhu, camdan kalbi görmekti niyetim.
Ve gösterdin, yaşattın, yaşattırdın, hissettirdin,
Teşekkür ederim...
Ekledim; hiç kimse kendi kalbinin sahibi değil aslında bu hayatta,
Herkes birbirininkinin sahibi...
Dedi belki alâkasız ama "yalakalık yapıp patron olacağıma,
Olduğum gibi olup olmak istediğimi olmam, daha iyi..."
' Daha fazla kıramazdın beni zaten, bundan öte zarar veremezdin.
Profesyonelliği ve aşırı soğukkanlılığı birbirine karıştıranların
Bir zaman sonra ruhsuzlaştığına inanıyorum, kendilerine özgüven aşıladıkları noktada.
Ve bazı çocuklar erken büyür.
Bazılarıysa yaşamadan ölür...
Bu hayatta.
11 Haziran 2014 Çarşamba
Ateşe Verdim / Gerçek Aşka Yazılmış Şiirler / Sana ve Ayaklarına
Gece yağmurlar yağdıkça
Bulutlara yıktım tüm suçu
Anlam yükleyip durdum kendimce;
"Siz yüklenmeseniz bu kadar olur mu?"
Kuşlar besledim penceremde
Umut, ışık, şans, nûr getirsin diye...
Senden haber getirmediler de üstelik şatoma
O filmlerdeki sâdık kargaları deneyeceğim bir de.
Hastayım sana ve ayaklarına
Bir bahane bulup gidersin ya hani mutlaka...
Önayak olursun üzüntü dünyama.
Bazen de sacayağısındır kalbimin mutluluklarına...
Kıyafet yaptırdım tadilatta;
Ayakkabıları verdim, tamiratta...
"Muntazam gecemiz eksiksiz olmalı" dedin ya hani
Yok saymalı bazı şeyleri, geri almalı sondan milata...
Bu dünya kötülük dolu, kin dolu, nefret dolu...
Ne zaman kazanmış ki iyiler, aşk kazansın!
Aşkın tarafı belli mi ki bilinmez iyi ya da kötü
Sen değil bazen de bırak kader utansın.
Medet bekle, sakla kendini ahire;
Orada mutluluğu ummak şimdiden, kötü değil ki...
Sen bekledur, boşverme, koyup gitsin beriki
Bu dünyadaki mutluluk hem, söyle ebedi mi?
Yok ol, yıkıl karşımdan; ben hüznü ateşe verdim
Başlarım sana da ayaklarına da, hiç yoktan kendimi gerdim
Hem sev beni hem öp, yok öyle; hem kızma hem de dayak...
Seveceksen ilelebet dur yanıma kesmez beni, yapma ayak!
Çok sevsen bile yersin bir darbe
İntikama sürükler seni, bitmek bilmez bu dalga...
Affedersen olgun, etmezsen kindar olursun bir de etrafta
Ne olduğunu sen bile şaşırırsın, oturursun yerine, yersin bir damga!
Oysa ne olduğun değil, kim olduğundur önemli
Adınla ne şekilde hafızalarda canlandığın, nasıl hatırlandığın önemli.
Yaşatıldığın, öyle yaşadığın önemli...
Boşver(!), seven böyle sevsin güzeli.
*** Üç şiirin kolajlamasıyla oluşturulmuş tek bir şiirdir.
Bulutlara yıktım tüm suçu
Anlam yükleyip durdum kendimce;
"Siz yüklenmeseniz bu kadar olur mu?"
Kuşlar besledim penceremde
Umut, ışık, şans, nûr getirsin diye...
Senden haber getirmediler de üstelik şatoma
O filmlerdeki sâdık kargaları deneyeceğim bir de.
Hastayım sana ve ayaklarına
Bir bahane bulup gidersin ya hani mutlaka...
Önayak olursun üzüntü dünyama.
Bazen de sacayağısındır kalbimin mutluluklarına...
Kıyafet yaptırdım tadilatta;
Ayakkabıları verdim, tamiratta...
"Muntazam gecemiz eksiksiz olmalı" dedin ya hani
Yok saymalı bazı şeyleri, geri almalı sondan milata...
Bu dünya kötülük dolu, kin dolu, nefret dolu...
Ne zaman kazanmış ki iyiler, aşk kazansın!
Aşkın tarafı belli mi ki bilinmez iyi ya da kötü
Sen değil bazen de bırak kader utansın.
Medet bekle, sakla kendini ahire;
Orada mutluluğu ummak şimdiden, kötü değil ki...
Sen bekledur, boşverme, koyup gitsin beriki
Bu dünyadaki mutluluk hem, söyle ebedi mi?
Yok ol, yıkıl karşımdan; ben hüznü ateşe verdim
Başlarım sana da ayaklarına da, hiç yoktan kendimi gerdim
Hem sev beni hem öp, yok öyle; hem kızma hem de dayak...
Seveceksen ilelebet dur yanıma kesmez beni, yapma ayak!
Çok sevsen bile yersin bir darbe
İntikama sürükler seni, bitmek bilmez bu dalga...
Affedersen olgun, etmezsen kindar olursun bir de etrafta
Ne olduğunu sen bile şaşırırsın, oturursun yerine, yersin bir damga!
Oysa ne olduğun değil, kim olduğundur önemli
Adınla ne şekilde hafızalarda canlandığın, nasıl hatırlandığın önemli.
Yaşatıldığın, öyle yaşadığın önemli...
Boşver(!), seven böyle sevsin güzeli.
*** Üç şiirin kolajlamasıyla oluşturulmuş tek bir şiirdir.
9 Haziran 2014 Pazartesi
"Manzara Bozuldu, Çayı da Sen Demle Artık..."
Eee... Nereden nereye geldik?
Geç kalmışım sana derken,
Üç günlük dünyayı benle geçirmez oldun şimdi.
Gönlünde taşıyamadın; yük oldu, dert oldu
Adam oldun da adam edemedin aşkı, iyi mi...
Niye yer vermiyorsun dedi.
Dedim; "çok değil, bunun on gün öncesinde,
Ayağım aksarken kimse yer vermedi bana.
-Sol yanımın ağrısı daha çoktu halbuki, tabii onlar bilmediler bunu.-
Şimdi oturuyorsam ve herkes ayaktaysa
Ve oturmak benim hakkımsa...
Sana yer vermemek de benim seçimim."
Oh... hayat danışıklı dövüş azizim, n'aparsın.
Yüzümdeki çizgileri gösterdi utanmadan bana
Çizdiğim yolun hesabını sorarcasınaydı üstelik bu, hayattaki.
Evet, yüzümde çizgiler vardı...
Dedim; hayatın değil, onlar kedimin marifetiydi(!)
Çay içiyorduk bu esnada, tahta bir sandalyeydi, kırık dökük...
Eski değil, ortama ayak uyduran harabe-otantik bir dekordu onunki.
Çok çekseydi anlardım zira, ben içi sökük...
Bir de masa eşlik ediyordu ahşaptan, ahşaplar hep güzel eşlik ederdi oysa...
Denize nâzır oturduk, çay içiyorduk.
Ağzından iki cümle çıkacak gibi oldu tam, sonra yine sustu.
Susacaksan hayatın anlamı ne, dedim.
Baktı ve yine sustu.
Ben de susmasını bilirim ama madem yaran onu bari taşı dedim.
Bak, gökyüzü bile güneşi taşıyor, güneş mutlu oluyor ve parlıyor
Ve sonra insanlara dönüyor bu sevinci.
Yok, nafileydi bu konuşmalar...
Dedim tamam, n'olur sevme beni.
Çayı bir kez daha doldurmaya gelen garson;
Önce baktı bizim şu hâlimizi görünce
Sonra gülümsedi, muzırca, beş yaşındaki bir çocuk edasıyla...
Anaç yapıdan değil bu gözlem, gülümsemesi çocuk gibiydi.
Baktım sonra, 19-20 yaşlarında bir çocuktu hakkaten.
Onu anladım, o hayattan çökmüş, çekmişti.
Derken bizimki bir espri patlattı ortaya...
Sonra yine sustu.
Hiç şaşırmadım nedense.
Niyeyse hep durgundu o deli bakışları, esprili hâlleri, tüm keyfi...
Dedim; bana da böyle yapacaksan, senin senden başka kimsen kalmamış.
Bana akabinde okuduğu şiiri yarıda kestim, bıçak gibi...
Aslında balla kesmiştim ona belli etmesem de içimde.
Bıçakla kıyamazdım neticede ben, onun bana nice sonralarında kıydığı gibi...
Garson doldurdu bardakları, ayrıldı ve gölgesi de gitti
Kaldık başbaşa, göz göze, peşinden diz dize gelir hep, demek isterdim
Ama dize dizeydi söyleyeceklerim...
Onun yarım kalan şiiri gibi, soğudu bekledikçe içimde bazı şeyler, güneş tepemizde.
Neyseki sıcağı sıcağına içiyorduk çayı, yoksa dünya çekilmezdi.
Bir hikâyeydi yarım kalan bizim.. dediği son cümlelerini kestim demiştim ya hani.
Manzaradaki deniz bile dalgalandı o vakit, açık maviyken lacivert oldu bildiğin, derinlikleri...
Bana tanıştığımızda okuduğu şiiri kastetmiştim ben bakışlarımla sonra
Götürmüştüm onu ilk günlerimizin, ilk deliliklerimizin pınarında dolaştırdım önce bi'
Sonra alıştırarak gözlerimin içiyle ona gülerek ki son gülüşümdü bu ona
İkimizde o ilk gün sevdiğimiz gibi, birbirimize ısındığımız gibi bakıştık
Ve dedim ki yarı sıcak yarı soğuk;
"Manzara bozuldu, çayı da sen demle artık..."
Geç kalmışım sana derken,
Üç günlük dünyayı benle geçirmez oldun şimdi.
Gönlünde taşıyamadın; yük oldu, dert oldu
Adam oldun da adam edemedin aşkı, iyi mi...
Niye yer vermiyorsun dedi.
Dedim; "çok değil, bunun on gün öncesinde,
Ayağım aksarken kimse yer vermedi bana.
-Sol yanımın ağrısı daha çoktu halbuki, tabii onlar bilmediler bunu.-
Şimdi oturuyorsam ve herkes ayaktaysa
Ve oturmak benim hakkımsa...
Sana yer vermemek de benim seçimim."
Oh... hayat danışıklı dövüş azizim, n'aparsın.
Yüzümdeki çizgileri gösterdi utanmadan bana
Çizdiğim yolun hesabını sorarcasınaydı üstelik bu, hayattaki.
Evet, yüzümde çizgiler vardı...
Dedim; hayatın değil, onlar kedimin marifetiydi(!)
Çay içiyorduk bu esnada, tahta bir sandalyeydi, kırık dökük...
Eski değil, ortama ayak uyduran harabe-otantik bir dekordu onunki.
Çok çekseydi anlardım zira, ben içi sökük...
Bir de masa eşlik ediyordu ahşaptan, ahşaplar hep güzel eşlik ederdi oysa...
Denize nâzır oturduk, çay içiyorduk.
Ağzından iki cümle çıkacak gibi oldu tam, sonra yine sustu.
Susacaksan hayatın anlamı ne, dedim.
Baktı ve yine sustu.
Ben de susmasını bilirim ama madem yaran onu bari taşı dedim.
Bak, gökyüzü bile güneşi taşıyor, güneş mutlu oluyor ve parlıyor
Ve sonra insanlara dönüyor bu sevinci.
Yok, nafileydi bu konuşmalar...
Dedim tamam, n'olur sevme beni.
Çayı bir kez daha doldurmaya gelen garson;
Önce baktı bizim şu hâlimizi görünce
Sonra gülümsedi, muzırca, beş yaşındaki bir çocuk edasıyla...
Anaç yapıdan değil bu gözlem, gülümsemesi çocuk gibiydi.
Baktım sonra, 19-20 yaşlarında bir çocuktu hakkaten.
Onu anladım, o hayattan çökmüş, çekmişti.
Derken bizimki bir espri patlattı ortaya...
Sonra yine sustu.
Hiç şaşırmadım nedense.
Niyeyse hep durgundu o deli bakışları, esprili hâlleri, tüm keyfi...
Dedim; bana da böyle yapacaksan, senin senden başka kimsen kalmamış.
Bana akabinde okuduğu şiiri yarıda kestim, bıçak gibi...
Aslında balla kesmiştim ona belli etmesem de içimde.
Bıçakla kıyamazdım neticede ben, onun bana nice sonralarında kıydığı gibi...
Garson doldurdu bardakları, ayrıldı ve gölgesi de gitti
Kaldık başbaşa, göz göze, peşinden diz dize gelir hep, demek isterdim
Ama dize dizeydi söyleyeceklerim...
Onun yarım kalan şiiri gibi, soğudu bekledikçe içimde bazı şeyler, güneş tepemizde.
Neyseki sıcağı sıcağına içiyorduk çayı, yoksa dünya çekilmezdi.
Bir hikâyeydi yarım kalan bizim.. dediği son cümlelerini kestim demiştim ya hani.
Manzaradaki deniz bile dalgalandı o vakit, açık maviyken lacivert oldu bildiğin, derinlikleri...
Bana tanıştığımızda okuduğu şiiri kastetmiştim ben bakışlarımla sonra
Götürmüştüm onu ilk günlerimizin, ilk deliliklerimizin pınarında dolaştırdım önce bi'
Sonra alıştırarak gözlerimin içiyle ona gülerek ki son gülüşümdü bu ona
İkimizde o ilk gün sevdiğimiz gibi, birbirimize ısındığımız gibi bakıştık
Ve dedim ki yarı sıcak yarı soğuk;
"Manzara bozuldu, çayı da sen demle artık..."
6 Haziran 2014 Cuma
Son Model Aşklar / Yaşamın Iskaladıkları / İllaki Bir Şey Diyecekseniz...
Ah etme der annem... Biri ona ise, 9'u seni bulur, diye de eklerdi sonunda. Ben de böyle yetiştim sanırım sonunda. Sevgimle öldürdüm, sevgimle geçirdim içimdekileri de. Biliyordum oysa ki, "akıl unutur, satır unutmazdı." Sonuçta biliyordum en yakınlarımızın canımızı yaktıklarını. Ölürken bile... Bu yüzden bunları boşuna düşünmeden, ince hesaplar yapmadan, olay ve kişileri muhasebeleştirmeden devam edilmeliydi yaşam. Yaşam kısaydı ve yaşam borçtu önce kendimize sonra başkalarına...
Gereksiz yük deyip hayatımızı etkileyen, dokunanlara inat, kendimize bakmamız bencillikti, yalnızca bencillik. Öyle ya da böyle zaten herkesin "yükü" vardı kendine göre. Olmayan da edinirdi ya da hayıflanarak imrenirdi "yükü" olanları. Bakmayın, o "yük" denilen şey yalnızca statüydü, meşguliyetti aslında en çok hoşa gidilen. Bu yüzden "artistlik"ti, artistlik taslanırdı, artistlik yaptırırdı, cak'a sattırıp ya da hava attırıp... Buna binaen "endişe etme... hallet!"ti benim yaşam felsefem. Kimseye kızmıyorum da, aksine hak veriyorum. Herkesin sebebi ya da sebepleri vardır belli ki, susmaları, konuşmamaları için... Zaten hayal ürünüyüz hep birlikte. E bahane desen türlü türlü, bizim ve bizim durumumuzda olanlar için: Kozlarımız büyük elimizde, vesselam. "Kimse vazgeçilmez değil", "Görmeyen göz katlanır", "Gözden ırak olan gönülden de ırak olur", demişler hem. Tam bize göre! Değil mi sizce de?
Her şey bir kenara, sabah kalktım bugün erkenden. Öğlene yakındı saatler halbuki(!) Zaman mı? Takılıp kalmayın böyle şeylere... Tıkılıp kalmayın dünyaya da akabinde. Neyse, diş macununa "gerizekâlı" diyen yapım var benim bu ara. Tabii, etme bulma dünyası... Sen boş tüpe kafa tutarsan, o da arkadaşlarını çağırır ve misli misli ödetir bittabii! Banyoda duran milyonlarca kozmetik tüpün arasından, bakmadan, artık alışkanlığın verdiği el yordamıyla bulabildiğim kremi sürecektim ki; elime body sütü yerine, krem diye fayans temizleyici krem sürmüşüm...(!) Hayat işte... Yarı öyle, yarı böyle... Hayat demişken, sahi, aklıma geldi, hayatın en önemli anlarından biridir çocuğa takılan ismin çocuğun aklı başına erdiği çağlarda beğenip beğenmemesi... Önemli bir karar ve sürpriz bir andır hayata... Severse ne âlâ, ana baba da mutlu olur; sevmezse bir ceza gibi, çeker ceremeyi. Hoş, doğarken isim seçme gibi bir lüksümüz yok hiçbirimizin... Olsa hayat sürprizlerle dolu olur muydu sizce peki?!


Hayattan aşka akalım biraz da... Hı, ne dersiniz? Çok şaşırdık değil mi? (!) Benim yazılarımın konularında iki esas, bir önemli temadır, bilirsiniz ama... "Bile bile lades" demeyin lütfen, oysa onlar ne muhteşem bir ikili(!) deyin, illaki bir şey diyecekseniz. Son model aşkların itibarının beş paralık bile olmadığını düşünüyorum. Biri bin para çünkü(!) Eskiden "yoktu öyle üç kuruşa beş köfte halbuki"... Burada asıl konu aşkın paralık değerinin olması elbette. Eskidendi paha biçilemez, sonsuz aşklar... Büyüsel-sihirsel devirde yani!!! Hiçbirimiz çıkmamıştık o gün azizim anamızın karnından... Kendini suçlama, hor görme bu yüzden. "Elle gelen düğün bayram" de, illaki bir şey diyeceksen... Bak, herkes zor günlerinde öyle demiyor mu nasıl olsa. Öyle teselli etmiyorlar mı kendilerini? Pardon, öyle "motive" etmiyorlar mı diyecektim aslında(!) Bir de, "kabahat" ya da "suç" sen de değil, hep karşı taraftadır... Sen onu düzeltebilirsen ne mutlu(!) Böyle de yüceyiz... Dağlar gibi(!) Neyse, sosyalleşen yaşamda, sosyal medya geldi zirvemize, tepemize oturdu, biliyorsunuz. Oldu mu sana, aşklarda tek ileti, tek info, tek twit süreli, kampanya devri... Hiç okumayan toplumun; şairleri, yazarları oluştu edebiyata düşkün, edebiyatsever(!) insanlarından... Popüler kültüre hizmet etme düşüncesinden uzak Nazım'lar, Veysel'ler, Fazıl'lar bir parçası konumuna geldiler üstelik bu tek twit'lik ilişkilerde(!) Şarkılar zaten hizmet ediyordu bu kültüre ama albümler, videolar daha bir canlılık kattı; paylaşıla paylaşıla, gün yüzü tutmamış günlere bile ışık tutuverdiler, iyi mi? Aşındırdılar Facebook sayfalarını, Youtube videolarıyla... "Sanatı" ordan alıp oraya yapıştırmayı öğretti en çok bu da(!) Müzikler bile tek infoluk aşklar üzerine üretilir oldu, o magazinde gördüklerimiz yazıyordu ya da söylüyordu pekçoğunu bir gecede(!) yaşayanlar hani çünkü. Biz de onları dinliyor, yayıyor, çoğaltıyorduk işte... Onların duyguları gibi, nasnasırlı, kaskatı yüreklerimiz oluverip çıkıyordu birden körelen ya da törpülenmeye yüz tutmuş, yarı meyilli duygularda... Müzik desen müzik değil, kitap desen kitap değil, film desen film değildi... Nasıl da başkalaşıyordu oysa insan, kendini bir an için soyutladığında bu döngüde. Filmlerin, dizilerin, şarkıların, kitapların, roman ve şiirlerin konuları da kahramanları da hep aynıydı, aynı fabrika malıydı, seri üretim... "Hızlı tüket hızlı yaşa hızlı öl"dü sloganı bu kültürün, acımasızca, zalimce ve kindarca... Slogan mı? Para üstüne bile dalga geçermiş gibi(!) Fark edemeden bu dünyadaki güzellikleri, çürüyüp gitmek bu kültürün içinde. İnsan mı? Köle gibi hizmet etti, üretirken de tüketirken de. Aşk törpüleşti, köreldi, nasırlaştı, silik ve soluklaşmaya yüz tuttu oysa bu devirde... İnsana özgü en masum, en yoğun ve en saf duygu, biçim değiştirdi, bir "monster" bir "freak" olup çıktı piyasaya! Her geçen gün yayılıyor üstelik, farketmeden. İşin kötüsü, farkedilmemeyi sağlıyor her kalpte bize dayatılan kalıplarla. Herkes biliyor bir şeyler ama bilmiyor sonuçta işte. Doğru iyi güzel herkeste var ama uygulamada yanlış kötü çirkin ağırlıkta... Çiçeğe duyulan sevgi değil, karşı cinse duyulan cinsel ihtiyaç olup çıkıveriyor bazen karşımıza aşk... Oysa aşkı yaşadıklarını sananlar da bilmiyorlar içindeki çıkar ilişkilerini ve maddi-manevi eziyete tahammülü ara ara... Toplumsal rolleri önünü kesiveriyor o aşklarının. Hani o destansı aşk yaşadıklarını sananlar var ya.. Onlara, onlara bu sözüm... Bir zaman sonra dönüp baktığında sorarım peki, hani "masum"du o aşk?!
Neyse dostlar, yazımın sonuna yaklaşırken bir çıkarımda bulunayım, bulunmak istedim daha doğrusu sizlerle. İster beni öncü seçin burada, başrol kılın; ister kendinize de pay biçin, birlikte paylaşalım... "Murat bir doyum eşiğiydi bazılarında. Zaten onlar bu yüzden ermişti muratlarına... 'Muradına ermek' bundan yola çıktı, deyim olmaya bulaştı sonralarında da işte... Bir şarkıdaki gibi hani; 'aklımı nerde düşürdüm...'deki o hayıflanmayı vurgulayan bir yandan da şarkıya tiz mânâlı nağme katan o ünlem gibi işte. 'O ünlem benim!' dedirtiyor hayat sonunda bazılarına..." Özenciniz bu dünyaya özgü ve bu dünya kin ve nefret dolu, masumiyeti bastıran önüne geçen ve ona da bulaşan. O yüzden ancak ve ancak onun pisliğinde gark olmaya yüz tutmuş nefs ve arzular için değmez hiçbir şeye, bu dünyaya özgü olan hiçbir şeye... Yoksa yaşam herkesi ıskalıyor. İşine geleni ya da gelmeyeni değil. Bakmayın kazananlar ya da kaybedenler diye ayırdığına milletin! Yaşama suç atmaktan başka bir şey değil bu. Kendilerini temize çıkarabiliyorlar böylece ancak. Olmayan vicdanlarını rahatlatıyor pek çoğu bu şekilde... Yoksa yaşam herkese türlü tülü acı, çeşit çeşit sevinç sunuyor. Çünkü bunlarla dolu bir kutu. Iskalamadığı yok... Herkes çeşit çeşit acı çekiyor, türlü türlü gülüyor, keyifleniyor. Hı, yoksa moda ikonu olmakta ne var Allah aşkına! Saçlarını platin beyaza boyatırsın, alırsın geniş çerçeveli bir güneş gözlüğü, takarsın beyaz kumaş pantolun üzerine saç örgülü deri ekru bir kemeri, boynundaki fularla ahkâm kesersin, ona buna. Hepsi bu (!)
Gereksiz yük deyip hayatımızı etkileyen, dokunanlara inat, kendimize bakmamız bencillikti, yalnızca bencillik. Öyle ya da böyle zaten herkesin "yükü" vardı kendine göre. Olmayan da edinirdi ya da hayıflanarak imrenirdi "yükü" olanları. Bakmayın, o "yük" denilen şey yalnızca statüydü, meşguliyetti aslında en çok hoşa gidilen. Bu yüzden "artistlik"ti, artistlik taslanırdı, artistlik yaptırırdı, cak'a sattırıp ya da hava attırıp... Buna binaen "endişe etme... hallet!"ti benim yaşam felsefem. Kimseye kızmıyorum da, aksine hak veriyorum. Herkesin sebebi ya da sebepleri vardır belli ki, susmaları, konuşmamaları için... Zaten hayal ürünüyüz hep birlikte. E bahane desen türlü türlü, bizim ve bizim durumumuzda olanlar için: Kozlarımız büyük elimizde, vesselam. "Kimse vazgeçilmez değil", "Görmeyen göz katlanır", "Gözden ırak olan gönülden de ırak olur", demişler hem. Tam bize göre! Değil mi sizce de?
Her şey bir kenara, sabah kalktım bugün erkenden. Öğlene yakındı saatler halbuki(!) Zaman mı? Takılıp kalmayın böyle şeylere... Tıkılıp kalmayın dünyaya da akabinde. Neyse, diş macununa "gerizekâlı" diyen yapım var benim bu ara. Tabii, etme bulma dünyası... Sen boş tüpe kafa tutarsan, o da arkadaşlarını çağırır ve misli misli ödetir bittabii! Banyoda duran milyonlarca kozmetik tüpün arasından, bakmadan, artık alışkanlığın verdiği el yordamıyla bulabildiğim kremi sürecektim ki; elime body sütü yerine, krem diye fayans temizleyici krem sürmüşüm...(!) Hayat işte... Yarı öyle, yarı böyle... Hayat demişken, sahi, aklıma geldi, hayatın en önemli anlarından biridir çocuğa takılan ismin çocuğun aklı başına erdiği çağlarda beğenip beğenmemesi... Önemli bir karar ve sürpriz bir andır hayata... Severse ne âlâ, ana baba da mutlu olur; sevmezse bir ceza gibi, çeker ceremeyi. Hoş, doğarken isim seçme gibi bir lüksümüz yok hiçbirimizin... Olsa hayat sürprizlerle dolu olur muydu sizce peki?!


Hayattan aşka akalım biraz da... Hı, ne dersiniz? Çok şaşırdık değil mi? (!) Benim yazılarımın konularında iki esas, bir önemli temadır, bilirsiniz ama... "Bile bile lades" demeyin lütfen, oysa onlar ne muhteşem bir ikili(!) deyin, illaki bir şey diyecekseniz. Son model aşkların itibarının beş paralık bile olmadığını düşünüyorum. Biri bin para çünkü(!) Eskiden "yoktu öyle üç kuruşa beş köfte halbuki"... Burada asıl konu aşkın paralık değerinin olması elbette. Eskidendi paha biçilemez, sonsuz aşklar... Büyüsel-sihirsel devirde yani!!! Hiçbirimiz çıkmamıştık o gün azizim anamızın karnından... Kendini suçlama, hor görme bu yüzden. "Elle gelen düğün bayram" de, illaki bir şey diyeceksen... Bak, herkes zor günlerinde öyle demiyor mu nasıl olsa. Öyle teselli etmiyorlar mı kendilerini? Pardon, öyle "motive" etmiyorlar mı diyecektim aslında(!) Bir de, "kabahat" ya da "suç" sen de değil, hep karşı taraftadır... Sen onu düzeltebilirsen ne mutlu(!) Böyle de yüceyiz... Dağlar gibi(!) Neyse, sosyalleşen yaşamda, sosyal medya geldi zirvemize, tepemize oturdu, biliyorsunuz. Oldu mu sana, aşklarda tek ileti, tek info, tek twit süreli, kampanya devri... Hiç okumayan toplumun; şairleri, yazarları oluştu edebiyata düşkün, edebiyatsever(!) insanlarından... Popüler kültüre hizmet etme düşüncesinden uzak Nazım'lar, Veysel'ler, Fazıl'lar bir parçası konumuna geldiler üstelik bu tek twit'lik ilişkilerde(!) Şarkılar zaten hizmet ediyordu bu kültüre ama albümler, videolar daha bir canlılık kattı; paylaşıla paylaşıla, gün yüzü tutmamış günlere bile ışık tutuverdiler, iyi mi? Aşındırdılar Facebook sayfalarını, Youtube videolarıyla... "Sanatı" ordan alıp oraya yapıştırmayı öğretti en çok bu da(!) Müzikler bile tek infoluk aşklar üzerine üretilir oldu, o magazinde gördüklerimiz yazıyordu ya da söylüyordu pekçoğunu bir gecede(!) yaşayanlar hani çünkü. Biz de onları dinliyor, yayıyor, çoğaltıyorduk işte... Onların duyguları gibi, nasnasırlı, kaskatı yüreklerimiz oluverip çıkıyordu birden körelen ya da törpülenmeye yüz tutmuş, yarı meyilli duygularda... Müzik desen müzik değil, kitap desen kitap değil, film desen film değildi... Nasıl da başkalaşıyordu oysa insan, kendini bir an için soyutladığında bu döngüde. Filmlerin, dizilerin, şarkıların, kitapların, roman ve şiirlerin konuları da kahramanları da hep aynıydı, aynı fabrika malıydı, seri üretim... "Hızlı tüket hızlı yaşa hızlı öl"dü sloganı bu kültürün, acımasızca, zalimce ve kindarca... Slogan mı? Para üstüne bile dalga geçermiş gibi(!) Fark edemeden bu dünyadaki güzellikleri, çürüyüp gitmek bu kültürün içinde. İnsan mı? Köle gibi hizmet etti, üretirken de tüketirken de. Aşk törpüleşti, köreldi, nasırlaştı, silik ve soluklaşmaya yüz tuttu oysa bu devirde... İnsana özgü en masum, en yoğun ve en saf duygu, biçim değiştirdi, bir "monster" bir "freak" olup çıktı piyasaya! Her geçen gün yayılıyor üstelik, farketmeden. İşin kötüsü, farkedilmemeyi sağlıyor her kalpte bize dayatılan kalıplarla. Herkes biliyor bir şeyler ama bilmiyor sonuçta işte. Doğru iyi güzel herkeste var ama uygulamada yanlış kötü çirkin ağırlıkta... Çiçeğe duyulan sevgi değil, karşı cinse duyulan cinsel ihtiyaç olup çıkıveriyor bazen karşımıza aşk... Oysa aşkı yaşadıklarını sananlar da bilmiyorlar içindeki çıkar ilişkilerini ve maddi-manevi eziyete tahammülü ara ara... Toplumsal rolleri önünü kesiveriyor o aşklarının. Hani o destansı aşk yaşadıklarını sananlar var ya.. Onlara, onlara bu sözüm... Bir zaman sonra dönüp baktığında sorarım peki, hani "masum"du o aşk?!
Neyse dostlar, yazımın sonuna yaklaşırken bir çıkarımda bulunayım, bulunmak istedim daha doğrusu sizlerle. İster beni öncü seçin burada, başrol kılın; ister kendinize de pay biçin, birlikte paylaşalım... "Murat bir doyum eşiğiydi bazılarında. Zaten onlar bu yüzden ermişti muratlarına... 'Muradına ermek' bundan yola çıktı, deyim olmaya bulaştı sonralarında da işte... Bir şarkıdaki gibi hani; 'aklımı nerde düşürdüm...'deki o hayıflanmayı vurgulayan bir yandan da şarkıya tiz mânâlı nağme katan o ünlem gibi işte. 'O ünlem benim!' dedirtiyor hayat sonunda bazılarına..." Özenciniz bu dünyaya özgü ve bu dünya kin ve nefret dolu, masumiyeti bastıran önüne geçen ve ona da bulaşan. O yüzden ancak ve ancak onun pisliğinde gark olmaya yüz tutmuş nefs ve arzular için değmez hiçbir şeye, bu dünyaya özgü olan hiçbir şeye... Yoksa yaşam herkesi ıskalıyor. İşine geleni ya da gelmeyeni değil. Bakmayın kazananlar ya da kaybedenler diye ayırdığına milletin! Yaşama suç atmaktan başka bir şey değil bu. Kendilerini temize çıkarabiliyorlar böylece ancak. Olmayan vicdanlarını rahatlatıyor pek çoğu bu şekilde... Yoksa yaşam herkese türlü tülü acı, çeşit çeşit sevinç sunuyor. Çünkü bunlarla dolu bir kutu. Iskalamadığı yok... Herkes çeşit çeşit acı çekiyor, türlü türlü gülüyor, keyifleniyor. Hı, yoksa moda ikonu olmakta ne var Allah aşkına! Saçlarını platin beyaza boyatırsın, alırsın geniş çerçeveli bir güneş gözlüğü, takarsın beyaz kumaş pantolun üzerine saç örgülü deri ekru bir kemeri, boynundaki fularla ahkâm kesersin, ona buna. Hepsi bu (!)
4 Haziran 2014 Çarşamba
Kötü Adam

Kötü adamlar türedi etrafta
Eski filmlerden çıkan
Gerçek yaşama indiler
Tıpkı gerçeklermiş gibi...
Birçoğu biliyorlardı aslında meleğin tanımını
Pek çoğu da önce alıştırır kendine, sonra bırakırdı.

Kötü adamlar... ellerinde elma şekeri.
Çıkarken bu yola kandırırlar seni çocuk gibi
Kapılırsın ucsuz bucaksız hayallere
Hissedersin varlarmış gibi...
Gerçek yaşamı bilirler, sürdürürler, süründürürler
Onlar filmlerde de değil üstelik, içimizdeler!

Elde değil, serseri seviyorum ben
'
Beni seven deli seviyordur zaten de
Deli gibi sevmesini isterim beni
Beklentiye girmem çok da endişe etmem
Ama net... serseri seviyorum ben.
2 Haziran 2014 Pazartesi
Ömür Yetmez
Sevmek sevdiğine toz kondurmamaktır
Toz yığıp küller atıyorsan üstüne
Hatta ateşler yakıp dağlıyorsan sonra
Düşün bir kere daha, sevdiğini!
Saatler yetmez, yazışmalar, anlaşmalar yetmez sevdiğine insanın
Günler, haftalar yetmez, hesap sormaz; zamandan bağımsız
Saatler...
Ömür yetmez, ömürler yetmez...
Aşkın hararet dolu sahnelerine
Anı birikir, yürek dirilir, meşk çoğalır gönül köşklerinde...
Buna sevgi mi biter, aşk mı gider, ömür mü yeter!
Sevmek sevdiğine zaman kayırmaktır, yer ayırmaktır
Onu anlamaktır, düşleyesiye
Sevmek sırça köşkler yaptırmak değildir
Sevmek iki yudum atışmak, tek yudumda buluşmaktır
Ölesiye ömürlesice...
Toz yığıp küller atıyorsan üstüne
Hatta ateşler yakıp dağlıyorsan sonra
Düşün bir kere daha, sevdiğini!
Saatler yetmez, yazışmalar, anlaşmalar yetmez sevdiğine insanın
Günler, haftalar yetmez, hesap sormaz; zamandan bağımsız
Saatler...
Ömür yetmez, ömürler yetmez...
Aşkın hararet dolu sahnelerine
Anı birikir, yürek dirilir, meşk çoğalır gönül köşklerinde...
Buna sevgi mi biter, aşk mı gider, ömür mü yeter!
Sevmek sevdiğine zaman kayırmaktır, yer ayırmaktır
Onu anlamaktır, düşleyesiye
Sevmek sırça köşkler yaptırmak değildir
Sevmek iki yudum atışmak, tek yudumda buluşmaktır
Ölesiye ömürlesice...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)