
Beklentiye göre yaşamak ile rastlantıya göre yaşamak neredeyse benzer. Peki ya, boşvermişliğe göre yaşamak mı; yoksa, istediğin şekilde keyfine göre yaşamak mı... Beklentilerimiz büyük ve o büyük beklentilere göre yaşıyoruz hepimiz neredeyse. Başkasının ağızına bakarak, kendimizi eğilimlendirerek yönlendirerek, başkasının komutası, kumandası merkezi altında yaşıyoruz, umarsızca.
Dünya düzeninin akışına ayak uydurmaya çalışıyoruz diğer taraftan da. Acaba düzenin içine kurulu bir mekanik miyiz, diye düşünmüyor değilim dönem dönem. Yani belirli şeyler doğrultusunda onları yaşayarak tükeniyor ömür. Çocuklukta oyuncak oynadıysan, sokakta parkta koşuşturduysan ne iyi; ancak, sonrası okul, askerlik, iş, evlilik, doğum, çocuk sahibi olma derken elimizde bir değnekle yürümeye başlıyoruz, hayıflanırcasına parkta koşturduğumuz günlere. Derken canımız ciğerimiz olmuş o yaştaki evlatlarımız (torunlarımız). Ve bir bak-amıyoruz ki, tahta bir kutunun arasında kalmış, içindeyiz, yolcu ediyor sevdiklerimiz. Bilmem, belki de görüyorsunuz uğurlandığınızı. Herkes sizin için ağlıyor ama siz bir şey diyemiyorsunuz ya da yapamıyorsunuz. Kötü bir hissiyat olsa gerek diğer yandan da. Yani tüm bunlar, buraya değin anlattığım, anlatmaya çalıştığım bu süreç biz doğmadan önce belli oluyor dünya koşullarında ve o ara dünyadaki karşılaşacağınız insanlarla... Biz bu düzenin içinde, kurulu olanın içine çıkageliyoruz bir bakıma. Ama isteyerek ama istemeyerek. Hoş, sorulmuyor tabii o da. Dolayısıyla herkes tekdüze, aynı yaşamda giderken; bunlar bir bir hepimizin başından geçtiği için bizden sonrakilere de bu şekilde aktarılıyor ve soruyoruz, hayatı deneyimleyerek... Sorunca sorguya tutulan taraf da toplumun bir beklentisi olarak görüyor kendi yaşantısını. Ancak, onlara göre hareket edilmemesi bilinmeli, zira herkese yetişemiyoruz insanoğlu olarak. Bu kez kendi hayatımız geçiyor gidiyor gözümüzün önünde! Raslantılarla kurulu yaşamda çeşitli olaylar yaşıyoruz ve bu kadar "tevafuk" olur diyoruz bazen, biz bile şaşıyoruz(!) Saniyesi saniyesine. Her gün kim bilir kaç tanıdığımızla aynı mekânlarda görülüyoruz dünya kamerasında birbirimizle karşılaşmadan. Ne garip, düşünsenize bir... Tabii, raslantıya göre yaşamak da biraz akışına bırakmak, kadercilik... Tıpkı boşvermişlik gibi. Ancak boşvermişlik daha bir koyvermişlik aslında raslantısala göre. Sanırım şu noktada asıl önemli olan; yudum yudum, hayatın her anının tadına vararak, ıskalamadan yaşamak. En kötü şeyin bile bittiğine inanarak, inancımıza göre diğer dünyaya bazı şeyleri saklayarak, başa gelenin çekileceğinin bir tarafa zaman içinde tükenebileceğini de bilerek, inanarak... Belki biraz özleyerek ama sonrasında sizin de bâki olamayacağınızı idrak ederek, anlayarak...
Tabii şu noktada algılama da önemli. Algılarımız... Senin kişisel algılaman ile karşındakinin algısının uyuşmasıyla kuruluyor bağlılık ve bağlantılar. Mevlânâ dememiştir hani boşuna; "Ne kadar konuşursan konuş, söylediklerin karşındakinin algılayabildiği kadardır" diye. Bunu biraz açalım şimdi. Örneğin hiçbirimiz "ben deryaya gidiyorum" demez. Toplumun bizden beklentisi "denize gidiyorum"dur. Derya'ya gidiyorum dersen ya anlamazlar ya geçiştirirler ya da bir kişiye gittiğini sanırlar. Eğitim, öğrenim, görgü ve deneyimlerin uyuşması gerek biraz da bunun için. Yoksa kusur hepimizde az biraz, ordan burdan, ucundan kıyından. Hep derim ya, blogun başladığı yıllar daha sık dile getirirdim gerçi bunu: Senaryomuz çoktan belli (evet-hayır çizelge/tablosuyla) biz rolümüzü ifa ediyoruz, yerine getiriyoruz diye. Boşuna yaşamak değil, boşlukları doldurarak yaşamak önemli. Hepimizin var elbet kâinatta bir senaryosu, yoksa hiç birimiz boş değil, boşuna değiliz. Vardır bir döngüde katkımız, çorbada tuzumuz elbette ki. Boşuna değiliz okuyucularım, takipçilerim... Vardır elbet Yaradanın bir bildiği. Herkesin vardır bir senaryosu kendine göre ama o senaryonun aslı evrende, kâinatın içinde. Senaryo sizin elinize verildikten sonra da ömrünüzle birlikte, insanlarınızla birlikte, sizinle birlikte...
Dünya düzeninin akışına ayak uydurmaya çalışıyoruz diğer taraftan da. Acaba düzenin içine kurulu bir mekanik miyiz, diye düşünmüyor değilim dönem dönem. Yani belirli şeyler doğrultusunda onları yaşayarak tükeniyor ömür. Çocuklukta oyuncak oynadıysan, sokakta parkta koşuşturduysan ne iyi; ancak, sonrası okul, askerlik, iş, evlilik, doğum, çocuk sahibi olma derken elimizde bir değnekle yürümeye başlıyoruz, hayıflanırcasına parkta koşturduğumuz günlere. Derken canımız ciğerimiz olmuş o yaştaki evlatlarımız (torunlarımız). Ve bir bak-amıyoruz ki, tahta bir kutunun arasında kalmış, içindeyiz, yolcu ediyor sevdiklerimiz. Bilmem, belki de görüyorsunuz uğurlandığınızı. Herkes sizin için ağlıyor ama siz bir şey diyemiyorsunuz ya da yapamıyorsunuz. Kötü bir hissiyat olsa gerek diğer yandan da. Yani tüm bunlar, buraya değin anlattığım, anlatmaya çalıştığım bu süreç biz doğmadan önce belli oluyor dünya koşullarında ve o ara dünyadaki karşılaşacağınız insanlarla... Biz bu düzenin içinde, kurulu olanın içine çıkageliyoruz bir bakıma. Ama isteyerek ama istemeyerek. Hoş, sorulmuyor tabii o da. Dolayısıyla herkes tekdüze, aynı yaşamda giderken; bunlar bir bir hepimizin başından geçtiği için bizden sonrakilere de bu şekilde aktarılıyor ve soruyoruz, hayatı deneyimleyerek... Sorunca sorguya tutulan taraf da toplumun bir beklentisi olarak görüyor kendi yaşantısını. Ancak, onlara göre hareket edilmemesi bilinmeli, zira herkese yetişemiyoruz insanoğlu olarak. Bu kez kendi hayatımız geçiyor gidiyor gözümüzün önünde! Raslantılarla kurulu yaşamda çeşitli olaylar yaşıyoruz ve bu kadar "tevafuk" olur diyoruz bazen, biz bile şaşıyoruz(!) Saniyesi saniyesine. Her gün kim bilir kaç tanıdığımızla aynı mekânlarda görülüyoruz dünya kamerasında birbirimizle karşılaşmadan. Ne garip, düşünsenize bir... Tabii, raslantıya göre yaşamak da biraz akışına bırakmak, kadercilik... Tıpkı boşvermişlik gibi. Ancak boşvermişlik daha bir koyvermişlik aslında raslantısala göre. Sanırım şu noktada asıl önemli olan; yudum yudum, hayatın her anının tadına vararak, ıskalamadan yaşamak. En kötü şeyin bile bittiğine inanarak, inancımıza göre diğer dünyaya bazı şeyleri saklayarak, başa gelenin çekileceğinin bir tarafa zaman içinde tükenebileceğini de bilerek, inanarak... Belki biraz özleyerek ama sonrasında sizin de bâki olamayacağınızı idrak ederek, anlayarak...
Tabii şu noktada algılama da önemli. Algılarımız... Senin kişisel algılaman ile karşındakinin algısının uyuşmasıyla kuruluyor bağlılık ve bağlantılar. Mevlânâ dememiştir hani boşuna; "Ne kadar konuşursan konuş, söylediklerin karşındakinin algılayabildiği kadardır" diye. Bunu biraz açalım şimdi. Örneğin hiçbirimiz "ben deryaya gidiyorum" demez. Toplumun bizden beklentisi "denize gidiyorum"dur. Derya'ya gidiyorum dersen ya anlamazlar ya geçiştirirler ya da bir kişiye gittiğini sanırlar. Eğitim, öğrenim, görgü ve deneyimlerin uyuşması gerek biraz da bunun için. Yoksa kusur hepimizde az biraz, ordan burdan, ucundan kıyından. Hep derim ya, blogun başladığı yıllar daha sık dile getirirdim gerçi bunu: Senaryomuz çoktan belli (evet-hayır çizelge/tablosuyla) biz rolümüzü ifa ediyoruz, yerine getiriyoruz diye. Boşuna yaşamak değil, boşlukları doldurarak yaşamak önemli. Hepimizin var elbet kâinatta bir senaryosu, yoksa hiç birimiz boş değil, boşuna değiliz. Vardır bir döngüde katkımız, çorbada tuzumuz elbette ki. Boşuna değiliz okuyucularım, takipçilerim... Vardır elbet Yaradanın bir bildiği. Herkesin vardır bir senaryosu kendine göre ama o senaryonun aslı evrende, kâinatın içinde. Senaryo sizin elinize verildikten sonra da ömrünüzle birlikte, insanlarınızla birlikte, sizinle birlikte...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder