31 Aralık 2012 Pazartesi

Yeni Yıl Mesajınız Var!




Yıllar geçer mi geçer. "Bu yılbaşında napıyorsun?" soruları başlamıştı 2 ay evvelinden. Günler geçiyor yıllar mı geçmeyecek yahu(!) Bu da sorduğun soru mu?! Sevdiklerinize sürprizler hazırlamanın sırası aslında. Yeni bir yıl her şeyin yeniliğinin müjdecisi zira. Yeni bir başlangıç olagelmiş yıllar yıllar öncesinden beri. Ama mit olur ama inanç... Aileyle birlikte kutlayanlar, arkadaş ortamında olanlar, sevgilisiyle başbaşa geçirecekler çoktan yerlerini aldılar. Kimi yurtdışında, kimi yurdunda. Kar yağdı, noel baba geyiklerini kaçırdı, "seneye görüşürüz" esprisi yapıldı çoktan. Çamlar ağaçları süslendi, caddeler ışıklandırıldı yine. Her yer ışıl ışıl, pırıl pırıl gözlerle bekleniyor yeni umutlar kapıda. Belki hediye paketlerinin hışırtısıyla doldu cümle-i cihan! Vazegeçilmezi çerezler ve içecekler alındı. Sonra baştacı cipsler... Meyve suları, kokteyller... Kimisi PTT'ye sardı mesela. Pijama terlik televizyondan yana yine evinde yani. Televizyon programlarını seyredecek kimi. Hoş, eski yıllarda özel programlar yapıldığının o da farkında. Hasretini yaşıyor belki hatta ama olsun dışarının soğuğu ve gürültüsünden iyidir gene de. Geri sayım yapılırken kanaldan kanala dolaşmak... Her bir kanalda bir sayı duymak mesela. Piyango başına vurmak sonra! Kartpostallar atmaktı eskiden kimisi için, tebrikler saçmak sağa sola. Yaşama umuduydu  bazılarınca da. Sevdikleriyle yeni hayaller peşinde bir maraton daha. Yol uzundu belki ama kısaydı neticede. Çabucak geçerdi, bunu bilirdi. Ünlülerin yılbaşı temennileri gibi... Klişe ama yine umut içerikli yani. Starlar takvimiydi belki kimi için. Yeni bir ajandaydı, yeni kalemler, yeni yılın basılı olduğu soğuğu sıcak eden, ısıtan gülücükler içerisinde hediyelerdi. Yeni tarihleri atmaya başlamaktı aylar öncesinden, görecekmiş gibi ama dedim ya umuttu... Yeni bir yılın sevinci yeni bir umuttu her şeyden önce. Yeşil kırmızı ve beyaz yoğun kullanılan küçük sürprizlerdi, el yapımı hazırlanan işçilikti, emekti bazılarınca... Sıcak kurabiyelerdi, sevimli kalıplardan çıkan, renkli-bonibonlu pasta süslemeleriydi en keyifli zamanlarında eski yılın. Uğurlarken biraz da özlemekti. Çok da nankör değil hani, çiğ süt emmiş belki ama... O kadar da değil! Henüz... En azından. Yaş almaktı kendine ama satın almak gibi tüm hevesiyle daha çok istemeden belki de, belli bir yaş sonrası için tabii. Eskisi gibi oyunda puan toplar gibi değil hani... Aşkın tarihini eskitmekti sonra. Yıl bindirerek üzerine, yıldönümü olarak kutlamaktı. Maksat, muhabbet; gırgır, şamata olsun. Laf olsun torba dolsun, vakit geçsin hoş olsun.

Hoş gel beş git yeni yıl. Beş yıldızlı, on numara günler eşliğinde. Sağlıklı, sıhhatli, mutlu, huzurlu, aşk'lı, başarılı, bereketli, ümitli-umutlu, sevgi saygı sadakat çemberi içinde gelişmiş, olgun, akıllı, ağırbaşlı, sabırlı, barış içinde, içtenlikli, masumane, emekyoğun, yaratıcı, afiyetli, eğlenceli, keyifli, neşeli yıllar olsun hepimize. Adam olsun, akıllı olsun azıcık da. Her sene tekrarını etmesin bazı kötülüklerin ve olumsuzlukların. Tazelenelim, hep söylediğim gibi. Her şey gönlünüzce olsun bu yıl da diğer yıllardan farklı olarak. Daha derin isteyin o yüzden, dilekleriniz güçlü olsun sağlam kılsın sizi. Daha gönülden tutun dileklerinizi....


"Güzel insanlar güzel düşünürler", unutmayın. Aşk olsun hep içinizde, korkmayın.
Umutları söndürmeyin. Dilekleri çoğaltın. (Noel Baba'yı da yormadan...)

10!                                               
9!
8!
7!
6!
5!
4!
3!
2!
1!
.
.
.
Mutlu Seneler!!!

28 Aralık 2012 Cuma

Her Şeye Rağmen

Kaç sondan başlamak bu?
Kaç takvim eksiltmek, kaç yaştan toplamak doğanın nimetlerini.
Ya silkelenirsin ya sirkelenirsin ya da tazelenirsin...
Ama son demek, varlığının bitmesi demek.
Akıl var izan var, göz var nizam var...
Nefes alıp gelmek lazım şimdi,
Tazelenmek, tanelenmeden...
Ödün vermeden...
Yenilenmek lazım.
Yinelenmeden...
Sevmek yine de sevmek...
Her şeye rağmen!

Çatlak Kalem 20.11.'12

27 Aralık 2012 Perşembe

Eski Çamlar Çardak Oldu Azizim!

Kime sorsanız, herkes memnundur çocukluğundan. Belirli bir dönemde yaşadıkları için değil, çocuk olduklarındandır bunun sebebi esasında. Bakmayın siz, "Bizim zamanımızda..." ile başlayan cümlelere... Her şeyin başı sağlık olduğu kadar yalan da olabilir bazen. Zira yalan sağlıklı kılar bazen. "Eski çamlar bardak oldu..." belirli bir yaşa ulaşmış kişilerin sözü olagelmiştir tarih içerisinde. Peki ya gençler kullanamaz mı bu sözü günümüzde? Elbette kullanabilirler, çünkü onlar da bir zamanlar çocuktular. Özlemle alakalı bir şey bu. Özlemek ise içgüdüsel. Ancak anlaşılmayan bir nokta var bu mevzuda. Bardak değil de çardak oldu sanki biraz. Değişime uğradı sanırım zamanla o da. Belki büyüdü, büyüdü, yaşı kemale erdi, hı? Çardak oldu ve insanlar üzerinde oturuyorlar. En sevdikleri faaliyetler bütünlüğü gibi, yapmak istedikleri tek şey ve çoğunlukla yaptıkları şey gibi. En sağlıklı ve en iyi yaptıkları şey gibi. Kendilerini en mutlu hissettikleri şey yani...

Eskilere gidelim mi azıcık? Şöyle bir seyahate çıkalım gelin, LCD TV ya da bilgisayar yerine küllüklerin, çöp kapaklarının olduğu otobüsler eşliğinde... Örneğin, çocukken kadrajı masum bir tebessümle doldururdum ama şimdi en muzır hallerimde bile kimsenin göremediği olgunluğu görüyorum fotoğraf karelerinde. Kimse keşfetmiyor bunu, bana özgü o olgunluk halleri. Olgun olduğumu çözseler bile hangi olgunluğuma ait olduğu ruh halini ben bilirim bir tek. Renkler daha pastel sonra. Ne kadar canlı-parlak olsa da o ruh halleriyle biraraya geldiğinde dengeliyor birbirlerini. Önceden asfaltta çizerek oynardık, şimdi klavye üstünde sek sek oynuyorum mesela. Yaptığım hobiler arasında yer alıyor, yazmak. Tıpkı şu anda yaptığım gibi... A'larım değişti sonra. İlk başta, yani a'nın çocukluğunda, titrek ve hayli büyüktü mesela. Sonra git gide küçüldü tam tersine işlercesine hayat sisteminin. Feleğin çemberinden geçmiş gibiydi. Büyümüş de küçülmüş hani. Çiçeği burnunda zamanlarında klavye "a"sına dönüştü elimde. Şapka giyerdi sonra rafa kalktı sonra tekrar devraldı kafasındaki konumunu ya da nöbetini. Önceden 3 kazak, bir standart naylon poşet kadar yer kaplardı sonra. Şimdi karton büyük torbaların içine sığıyor ancak. Bir cümle tek bir çağrışım yapardı kulakta sonra. En düz anlamıyla hani. Şimdi sekizbinüçyüzoniki çağrışım bile yapabiliyor, abartmadan... Parantezi gülücükle kapatıyorum şu aralarda. Oysa, eskiden hiç böyle bir âdetim yoktu. Bilmem, belki yüz ifadem yeterliydi. Saymacalarımız vardı sonra tekerlemelerden. "Çık çıkalım çayıra, yem verelim ördeğe, ördek yemini yemeden, ciyak miyak demeden..." Birilerini alırdık kendi takımımıza, birilerini elerdik. Ama o zaman o birileri de bilirdi, çünkü oradalardı ve sebebini anlarlardı böylece elendiklerinin. Şimdi belli etmeden eliyor birileri ve bunu kalp kırarak yapıyor çoğu kez, dönüp ardına bakmadan... Sanki bu oyun çok uzun sürecekmiş gibi... Hayat devamlı eliyor oysaki birilerini. Onlar asıl bunu bilmezler ki...

Geçmiş ve gelecek arasında çizgideyiz hepimiz. Ne bir adım daha yakın ileri geriye; ne de geri ileriye. Biz şu andayız asıl. Dünün geleceği, yarının geçmişinde. Dünün yarınıdır ya bugün, biz tam ortayız işte! Ona göre...

26 Aralık 2012 Çarşamba

Bazıları Kısa Sever...

Dokunmadan sarıl bu kez bana
Ne kadar anı varsa hepsini silsin süpürsün istiyorum...
Sıkı sarıl ki hiçbir şey kalmasın geride...


14.12.'12 ÇatlaKKaleM

25 Aralık 2012 Salı

Nihai Ömür

Deriden bir kılıfız hepimiz
Kalp saklıyoruz
Biraz cevher biraz da mücevher dolu içerisi
Biraz bulaşılmayası...
Kiminde girip çıkılmayası, çıkamayası
Kiminde silinesi, bir çırpıda çöpe atılası
Kiminde zamana bırakılası
Muamma bir kutuyuz hepimiz.
Düşüncelerimizi, duygularımızı saklıyoruz.
Çok garip;
Bir biz biliyoruz, bir içimiz...
İçimiz çok...

Deriden bir kılıfız hepimiz
Yalnız ne hududumuz belli ne de haddimiz.

'12 ÇAtLAk KALEM

24 Aralık 2012 Pazartesi

Yaşamak Değil Bu...

Yaşamak... Yaşamak, düz anlamı kadar basit değil. Sözlük anlamı kadar zayıf değil yaşamak. Yaşamak bu değil...
Doğum ve ölüm arası geçen zaman zarfı, tamam ama o geçen süre zarfında yeni insanlar edinmek demek yaşamak. İletişim demek, etkileşim demek. Biriktirdiğin insanlara yaşamın getirdiği bencilliği bir kenara koyarak zaman ayırmak demek. Yaşamanın içerdiği zamanı onlarla geçirmek demek. Onlarla var olmak demek. İşinden gücünden arta kalan vaktinde kendine olduğu kadar onlara da zaman ayırmak demek. Bütün bunlarla paylaşımlar ve anılar demek. O anılarda anılanlar kadar varsın demek. Birilerinin senin yaşattığı kadar yaşıyorsun demek... O birileri ölünce senin de anlam bütünlüğünü kaybetmen demek. Parçalarından eksilmen demek. Yarım kalman demek... Hayatı onlara endekslemekle alakalı değil bu. Onların gölgelerinde olman hele, hiç değil. O birileri olmayınca onları özlemen gerektiğini bilen senin, hayatın çıkardığı tüm zorlu yolculuklara karşı yine zaman ayırman gerektiğini bilmen demek yaşamak. Onlarla anlamlısın, onlar kadar yaşarsın, onlarsız olamazsın, onlarla varsın demek yaşamak. Yaşamın dilinden anla, onunla konuş, sularında yüz, dans et istediğin kadar. Tüm bunları yapamıyorsan eksiksin demek, yaşamıyorsun demek. Bilmen gereken çok şey var yaşamakta, anlaman gereken birçok şey... O meydan okumalar var ya hayatta, "ben yendim!" demeler... Yalan hayatta ne kadar gerçek olabilir ki... O hodri meydanlar var ya... Hayatı sevindirmek demek aslında. Seni eline şeker vermiş bir çocuk gibi izlemek yaptığı keyfince hayatın. Ona bir spontane ve alışılmış sahne; sana da bir teselli işte... Hayatla boy ölçüşmek senin neyine?! Üstelik verdiğin yaşam mücadelesi sürecinde... Bir düşün... O, yeri geldi aile yarattı içinde, yeri geldi ölümsüz aşklar. Allah vardı içinde onun, lütufları ve mucizeleri sonra... Umut bağlayan masalları yazanlar vardı, birbirine kan bağıyla bağlı kardeşleri, siyahı ve beyazı vardı içinde... Bebeği vardı annesiyle, annesiz büyüyen çocukları. Sevgilisinden ayrılanlar vardı içinde, yine de sevgilisi olmasa da aşkı büyütmeyi bilenler... Akrabalarından daha değer verdiği yedi kat eller vardı kimilerinin, sırdaşı, canyoldaşı, güçlü gönülbağı kurulu dostu, arkadaşı vardı. Sevgiler arası geçişi keskin çizgilerle belirmiş odalarda, kalplerde, aşkları konaklayan birçokları vardı ve bu verileni taşıyan insanlar... Şimdi söyle kendi kendine. Korkma, seni senle görenler deli demezler... Söylenirken göremezler de zaten. O güç yok onlar da. Bir sor kendine... Yaşamak deli doluluk demek. Yaşayan kendinizi sevmek, yaşatanlara teşekkür etmek, yaşattıran Allah'a şükretmek demek... Boyları hayat karşısında uzayan, ağalık sözlerle paşalıklarını ispatlayanlar, kendi çöplüğünde horozu ötenler, beylik laflarla kendi imparatorluklarını kuranlar, unuttuğunuz bir şey var veya bu deparlar attığınız yolda mütemadiyen önünüze çıkan atlamaya doyamadığınız bir nokta, bir engel:
Yaşam birçok insan yaşattı içinde, sen ise insan başına birkaç kişiyi yaşatmaktan aciz...

' Babamın anısına...

21 Aralık 2012 Cuma

ALTta Kalanın Canı Çıksın!

Aslında niyetim şiire yer vermekti bugün ancak hayat şartları her zamanki gibi bu masalsı diyarın önüne geçmeye zorladı beni. Sistem yapmaya, kurmaya, değiştirmeye, geliştirmeye, geliştirdiğimizi sanmaya ayarlamışız, şartlamışız kendimizi. Mecburiyettenmişçesine... Bir düşünelim, genel bir çerçevede... Bir yere yeni başladık... Orada birtakım değişiklikler yapalım ki şanımız yürüsün, isim yapalım... Bu nedenlerden yalnızca biri. "Halka hizmet Hakka hizmet" olmuş şekerim. İyi de halka "hizmetten" kasıt. Tamam, karşıt bir çerçevede illaki birileri gelir, birileri durumdan hoşnut değildir ve ne yapsa da taş ya da üç harfli bir şey atmaya başlar, yaranamaz neticede. Ancak durum esasında bu değildir. Nedenler de koyduğunda buna iş değişecektir elbette. Bayılıyoruz yokluğumuzla yeniliklere özenmeye... Tamam, özeniyoruz ama bizim cürümümüz ne?! Bunu soran yok... Herkes hayallerde. Hayaller var ama o yaratıcılığı sergileyecek güç var mı içimizde!

Yazının başında dedim ya hani, sistem değiştirmek amacımız olmuş. Ama düşünerek ama düşünmeden değiştirelim de bir şeyleri gerisi ne olursa olsun! Bunun etkisi nedir, ne olacaktır, birileri epeyce mağdur olacak mıdır, kimler daha çok etkilenecektir, kimler tatmin olacaktır! düşünen ha var ha yok... Maalesef. Altyapı yapmadan kuruyoruz ya bu sistemleri, bu da işin cabası. Diğer türlü zaman geçecek ya "o vakitte ya ölünür ya kalınır ne de olsa..." O yüzden, heves gelmişken alalım gitsin! Altyapı yetersizliğinden söz ediyorum kesinlikle. Eşdeğer başka alternatifler, seçenekler bulunmadan; yapılan değişimler tam donanımlı olmadan, kategorileri olmayan sistematiğe bel bağlanırcasına at gözlüğüyle ona odaklanarak ve o göçtüğünde bizde de çöküntüler yaratacağını ne olursa olsun gözü kararmışçasına riske alarak yaşamaya alışagelmişiz, durumu da yeğler olmuşuz.

Bu yüzden, her sene yapılan sınavlarda binlerce/milyonlarca kontenjan açıkta kalıyor, gençlerin emeklerine dayalı kurdukları hayal ve umutlar bir heves uğruna sönüp gitmekte; bu yüzden, aynı sınavlarda soruların tahribatı, güncellenemeyişi ve çalınması işin cabası; bu yüzden, bir alışverişimizi aylık modunda aldığımız ama aslında günlük tükettiğimiz ürünleri, çok çok almaya alışır olduğumuz ürünleri ülke çapında dengeli stoklayamayışımız, kimselere yetmeyiş, daha çok almaya alışmışlık durumları; bu yüzden, herhangi bir sisteme/prosedüre/formaliteye dayalı sonuçlar açıklandığında yığılmalar sonucu kitlenmeler yaşayışımız; bu yüzden, yapılan matik makinelerin arızalanışı, bazen para beğenmeyişi, alternatif olmayınca kendini bir halt sanarak iç geçirişi ve bizim yokuluşumuz; bu yüzden, insanların iş değişikliği yaşamaları, uzmanlaştığı alanlarda çalışamayışı, bunu yaparken hak eden başka kimselerin de ama torpille, pardon, referansla ama formaliteyle öne geçişi; bu yüzden, rahatlığa alışma halleri, kılımızı kıpırdatmama durumları; bu yüzden haddi hesabı olmayan insanların işsiz kalışı; bu yüzden bu isyan, lanet, şükredememe... Tüm bu olumsuzlardan olumsuzluk doğması insanın olağan ruh hali. Tüm bunlara karşın olumlu bakabiliyorsanız da yine de ne mutlu! Hep umut derim ya, yeri gelir bazen züğürt tesellisi... "Her şeye rağmen" "iyi ki"ler kurulur ya hani bu da tesellinin imitasyonu...

"Biz buyuz, altyapı yok, yavaştan oluşsun/oluşturalım  ve buna göre bir şekillenelim; olumluluk yaratırsa, elde edilenler ve tepkiler eşliğinde, daha ileri adımlar atarız" diyen yok! Her şey çabuk ve derhal. Biz gibi paldır küldür. Nereye yaetişiyorsak artık! Hem egomuz da tatmin, tavanında. Oysaki diğer türlü gecikmeye uğrayacak tatmin... Böyle bir bakış açısı hakim. Yalnızca hakim de değil iyileştirecek kadar kendimizi doktor ve kendimizi dinleyecek kadar da öğretmen aslında! Oysaki sen olmayan eldekilerle olanlara hedeflersen kendini burnunu çamurdan çıkaramazsın! Oysaki sen karşı tepkilere rağmen yine bildiğini okursan yanında birileri de olmaz, kendi başına kalırsın sonunda. Yanına ah gelir, lanet gelir, isyan duyarsın çokça... Canım sıkıldı yine sayın seyirciler! Okuyucular olsa keşke şu da ama okuyanların durumu da ortada! Seyre dalalım, hayaller kuralım ve olmayanlarla oralarda gezinelim biz. İşte Türkiye! Artık ses de kısıldı, ses de gitti, ses'ler içerde! Geçtim tüm bunları, varlığına saygı göremedikten, düşüncelerini de açıkça ifşa edemedikten sonra ne nane oluruz ne cacık... Hoşafı anlamayanlar içer, biz ise oluruz kaşık-cık...

20 Aralık 2012 Perşembe

Sizlerden Gelenler

Yılın son on gününe girdiğimiz şu günlerde, bu aya dair yine bir Sizlerden Gelenler bölümüyle ve bu yazının da bu yılın da son bölümü olma özelliğiyle karşınızda olmanın sevinci içerisinde yazıyorum, kuruyorum cümleleri. Taşarcasına. Bereketli olsun... Dilekler klişeleşir ya yıllar eskidiğinde, sonra benzeri dilekler kurulur ya her yeni seneye, umut içinde, kanaatim dileklerin hiç eskimemesi yönünde. Hem kim demiş klişe diye, bir kere klasik onlar diye... Hayat sizinle anlamlı...

Tanıştığımız güne, anılarımızın çocukluğuna, indim birden. Sanki daha önce tanışmış gibiydik o gün. Ne çabuk da geçti yıllar, ne kadar da çabucak... Sen benim bana benzeyen kısmın olmadan daha büyüksün ben de. Her birini arada hücrelerinden çıkarıyorum bu ara, ne kadar dost edinmişsem. Temizleyip, tazeleyip yerine koyuyorum tekrar düşürmeden, kırmadan. Her biri değerli benim için, tıpkı senin de bunlardan bir koleksiyonu oluşturduğun gibi... Hem sen bilgi ekle hayatıma. Bu arada ne de güzel yürümüşüz yolumuzda bu arada fark ettin mi? Başkaları ya saptı başka yollara, ya çabuk yara aldı, yeterince sağlam değildi belki de, ya ödünler verdi kendinden işin komiği sonuç elde edemedi pek çoğu ya da yanlış yollara düştü, belki de en başından beri. Biz anlarız birbirimizden en çok, halimizi bir biz biliriz. Elbette bundan sonra da öyle, e yolumuzun uzuuunca...
                                                                                          
Google / Acımasız Gerçekler
"Google dünyadaki tüm dillerin literatürüne girmiş durumda. Pek çoğumuz bilgi aramak ve varsa bir problemimiz bunun çözümü için Google’yi kullanmaktayız. Google bizim yaptığımız bu aramalarda, bizim hangi proplemi yaşadığımızı ve hangi bilgiye ihtiyacımız olduğunu raporluyor.  Nitekim, Google arama önerisi Facebook’tabazı kullanıcıların Türk kullanıcıları tarafından maruz kaldıkları bir derdi anlamlandırmak ve çözüm üretmek için google arama motoruna bir kaç şey sormuş: 'Why do Turkish people add me on Facebook?' (Türkler neden beni Facebook’ta ekliyor?) Google pek çok Türk kullanıcı tarafından bilinen bir gerçeği raporlayıp bizlere sunmuştu... Google arama motoru , ilk yazdığınız kelimeden itibaren size en çok arama yapılan, aramalar arasında, öneriler sunuyor. Pek çok kullanıcı tarafından sevilerek ve beğenilerek kullanılan bu arama motoru, bazen acımasız gerçekleri sunabilmektedir. İngilizce olarak arama kutucuğuna  'Why' (Neden) yazıldığında önerilerin ilk sırasında şu çıkıyor: 'Why do Turkish people add me on Facebook?' yani 'Türkler neden beni Facebook’ta ekliyor?' Bu öneri, Facebook kullanıcılarının (büyük bir kesimi) böyle bir problemle karşılaştığını ve bundan dolayı çok fazla canlarının sıkıldığı sonucuna varmak doğru olur." << Ahmet Beliktay >>

Bir insanın kişiliğine ancak bu kadar mı yakışır ismi, bu kadar mı uyuşur tüm benliğine... Can dostum, candan dostum; anılar eskidi, biz eskimedik ne mutlu ki. Pek çoklarına koştuk, birçoklarında da çoktuk biz. Hayat girmeye çalıştı mı araya, elbette ki evet, hani herkese yaptığı gibi ve bize de sıkça hatırlattığı gibi. Ama biz onun istediği şekilde yürütmedik bunu, bizim istediğimiz şekilde oldu her şey. Haberdar ettik birbirimizden bizi, bazen kesişti çizgiler ve canlandı anılar tekrar, sonra güzel bir şekilde geçirdik bize düşen anlarda vaktimizi. Şen şakraktık anılarda, öyle de kalalım hep. Bozulmadan, hayata koz vermeden, gülen pozlar vererek... Hoş bulduk hayatımızı hayatımızda ve beraber omuzladık sorunlarımızı çoğu zaman. Beraber miydik, elbette... Tıpkı hayata nispet edercesine yine. Onu sinir ettik, uyuz oldu, fıtık oldu, bakma! Hayata güzel bakmak varken üstelik.


Neden Bu Kadar Zorsun?
"Sen neden bu kadar zorsun kendine? Neden hayat bu kadar ucuz görünüyor gözüne? Sensin ama bu biliyorum, değiştirmek değil derdim; sadece göstermeye çalışıyorum. Görmüyorsun! Anlamıyorsun! Yoruluyorum…
Artık gücüm yok sana, anlatmaya, uğraşmaya, ömrümü böyle harcamaya gücüm yok. Tükeniyorum! Ve hayat seninle geçirilmeyecek kadar değerli bir hediye, madem güzel olanda, benim aklıma yatanda gönlün yok; o zaman çaresiz gidiyorum...
Her baktığımda seni arkada görmekten, elinden tutup çekiştirmekten sıkıldım. Kendin mıh gibi duruyorsun, beni de yanına çekmeye uğraşıyorsun. Yürü be adam, başka dünyalar, başka hayatlar var baksana diyorum; kör olmuş kalbin, görmüyorsun.
Güzel bir dünya kurabilirdik birlikte, içinde keyifli anlar olan bir hayatı birlikte geçirebilirdik ama ne çare! Sen mutluluk sandığın duyguları bile çöplükte arıyorsun.
Artık dönüşüm yok benim bu yolda. Başka sularda yüzmek istiyorum, başka renkler var bu dünyada biliyorum, onları da görmek istiyorum. Zaten dönüp dolaşıp buraya geleceğiz işte, bir duvara, bir kutuya, bir çukura gireceğiz; neden şimdiden ölmeyi seçiyorsun? Ölüm bedensel değil ki; sen ruhunu böyle çürütüyorsun.
İçin kokuyor yavaş yavaş, hissetmiyorsun. Dışarıdan bakamıyorsun kendine, kendi gözlerini göremiyorsun.
Kötü bir rüyada gibisin, ne kadar seslensem uyanmıyorsun ve her gün daha zor oluyor seni sevmek! Seni sevenleri de yanındaki karanlığa çekiyorsun...
Şeytan’ın yardımcıları var dünyada derlerdi, ete, kemiğe bürünmüş; düşünüyorum şimdi acaba sen de onlardan biri mi oluyorsun?
Aklımı, ruhumu, ömrümü, saflığımı, çocukluğumu ve beni ben yapan her şeyi korumak için vazgeçiyorum seni sevmekten ve çok üzülüyorum. Keşke seni sevmek bu kadar zor olmasaydı ama sen de böylesin işte; biliyorum!" Candan Ünal    << Berna Candar >>

Çok şükür... kavuşturana! Dönüp baktım da eskiye şöyle bir... İmrenilesi günlermişş, anladım. Elbette sorunlarımız oldu ama bu hayatımda olduğunu gösterir her daim, daima. Sonra, ne bileyim, pürüzsüz olsaydı tekdüze, ütopik ve sıkıcı olurduk... Oysa sen dertlerimi dinleyen ve beni benden iyi anlayansın, gerçek gibi. Sonra, gönül konseptime uygun olansın, hayat gibi. Ve hayatıma dokunan, dokunduğunu hisseden... Bazen gölgende soluklandığın bazen kanatlarının altında ya da yüreğinin derinliğinde hayata tutunduğumsun, sıkıca. Sonra, su serpensin yüreğime, sen seversin suyu hem. Ama hep yüreğimde kalansın, varolansın, gönlümün derinliklerinde büyüttüğüm... Yollar ayıracak belki, hatta dağları da alet edecek kendine mutlaka, ama ya "sonra"? Devamı için, o yol haritasına bakacaksın, ama "pışşık!"deyip yollar haritayı vermeyecektir sana, o yüzden birlikte çizeceğiz biz de var gücümüzle hayata karşı bir olup kıyasıya, ölesiye ama doyasıya...

"Dostum benden yazı istemiş yazmaz mıyım? Elbette yazarım, zaten mütemadiyen yazarım çizerim. İnsanın varoluşunu yazmak ve okumak arasında sürdüreceğine ve gezerek süsleyecegine dair tuhaf bir anlayışa sahibim.ancak burada yazacağım kuramsal içerikli her hangi bir yazınin hakkını vermemekten korktugum için sadece neleri sevip neleri sevmediğimi yazmanın daha uygun olabileceğini düşündüm. Olur ha hoşunuza giden bir satırı cımbızlar. Sonra da o güzel başınızın kıvrımlı raflarında yer almasını arzu edersiniz. Çok uzattık, başlayalım eve dönüş yolundayım. karşıma tip tip insanlar çıkıyor.insanları seyredip hallerinden ve laflarından çıkarım yapmaya bayılıyorum, kategorize etmek haddim değil sadece bakıyorum. İşte köşede bir çocuk var kareli yeşil pantolon giymiş yuvarlak güneş gözlükleri var altında pinokyo marka bisiklet elinde bir parca tütün sigara sarmaya çalışiyor. Umarım sırf bir yerlere aitmis duygusunu hissettirmek için böyle giyinmemiştir. gidip hazır bi sigara versem mi? İstemez heralde... Neyse herkesin tuttuğu kendine ben yürümeye devam edeyim.
Durakta farklı şikayetleri olan insanlara kulak kabarıtiyorum, ay gelinim, ay şu trafik, ay saçım bozuluyor rüzgardan vs. vs. şikayet gırla, herşeyden yakınan insanlara, tatminsiz insanlara, acizlik edenlere...(bir yerde çok şikayet etmenin acizlikten olduğunu okumuştum) tahammül edemiyorum. Çok gürültü var memlekette. Memleketin kıçı başı ayrı hareket ediyor. doğru. ne yapmalı? düzeni bozanların kökünü kurutmalı. eğitir öğretirsek düzelmez mı? Yok anam. Faşistler itici oluyor ve işi gücü şikayet etmek olan sosyal pisliklere de sinir oluyorum. Lafla değil peynir gemisi, transatlantik yürütüyorlar. Çözümle gelenler baştacı ama o da tek bir pencereden bakıyorsa ve zihin odası az ışık aliyorsa kızıyorum, elimde değil. Anlayana, anlayışa, hoşgörüye ve yol açana nasılda hayranmışım? Bir taraftan da soda işine mı girsek diyorum. Memlekette bunca hazımsız insan var köşe oluruz diye... ama yok olmayacak yine rüzgarla değil lafla gidecek ufak yelkenli... Ben az daha gideyim durak sarmadi beni. Otobüse daha yarim saat var, memleketin yarım saate kurtarılmasına tahammül edemem heralde. Ah ah her insanın bir derdi var su memlekette, birine dokun iki bin ah kulağına ücretsiz gelsin. Niye? yetmiyor çünkü. Alayımız hedonist. Haz peşinde koşuyoruz, hayatımızı hazlara endeksliyoruz. Son yillarda evliliklerimizin ömrunun bu denli kısa olması tesadüf olmamalı. Her ne varsa cebimizde az geliyor. Kredi kartı borçlanmaları tavan yapmış. Tüketmek en kral alışkanlığımız. ilişkilerden zamana, şeylerden anlayışa kadar tüketmediğimiz bi' nane yok. Geçenlerde kendimi tablet pc kılıfı alırken yakaladım. iyi de benim tablet bilgisayarım yok ki! ürünlerin tıka basa dolu olduğu sepette 'sudan ucuz' yazdığını görünce aydım. Ama yok. Bu da gol değil hocam... Küçük kentlerde bile metropol hayatının izleri... Nereye gitmeli? Bilmem ama burdan yıldızlar az gözüküyor biraz daha kirsala gitsek fena değil hani... Temiz hava, yeşil orman kerpic evin kokusu, üzerine yürüdüğüm karın kıtırdayışı, paçalarımdaki çamur izleri, donmuş kulaklarım, baharın yeşil gözleri, ufak elleri... Hepsi sevilesi... hayatı basit yaşayan insanları da bulursam deyme keyfime... Oturduğum sobanın kenarında yanan meşenin kokusu ve çıtırtısı başımı döndürürken Simmel ne demiş onu anlatırım.
Oh eve varmışım bile. Aileyi ve değerleri Seviyorum ne güzel..."
<< Ahmet Değirmenci >>

Yanımda olduğunuzu hissettiğim için teşekkür etmek isterim bir kez daha Muratça... Emeğiniz, yüreğiniz ve desteğiniz için teşekkürler...
Gönüldaşlığımıza,
İyi ki varsınız!   

19 Aralık 2012 Çarşamba

Öyle

Suçum sensin, cezam sen
Günahım sensin, yasağım sen
Alışkanlığımsın, deva'm sen
Dermanımsın, bir bilsen...
Gelsen, sevsen...
Çok sevsen...
Öyle işte...

'12 Çatlak Kalem

18 Aralık 2012 Salı

Ben Yalnızca Belgesel Falan Yanee...

Toplumsal bir baskı var ya üzerimizde... Davranışlarımızı rahatça sergileyemiyoruz. Sergi salonu açsak; tamamen kişisel, aslında binlerce renk kullanırız, hiç şüphesiz. İnsanoğlu çok renkli zira. Değişken ve bir o kadar da adapte olaylara. Toplumda belirli başlı şeyler vardır ve bunu bilerek aksettirirsen diğer insanlara, işi biliyorsun demektir. Açacak olursak konuyu... Opera, tiyatro, golf, senfoniler'in aynı grupta olması siz de bir şey çağrıştırıyor mu, hobi olarak seven kesim doğrultusunda? Hı, eğer çağrıştırıyorsa işi gayet iyi biliyorsunuz demektir... Doğru, kesinlikle! Elit kesime hitap eden faaliyetler bunlar. Sergiler mesela! Benzer şekilde bilgi yarışmaları ve belgeseller! Hani daha aristokratik bir çağrışımla, entelektüel kesime hitap eden ama halka göre daha sıkıcı etkinlikler bunlar çoğunlukla... Bu yüzden elit ya zaten! Tüm kitleye seslenmediği için, genele hitap etmediği için...

Bunu bilenler, kendini elit kesime koyanlar da var elbette. Yalan Dünya dizisinde de sıkça ele alır oldu mevzuyu Gülse Birsel. Tamam, "madem bu kadar belgesel izleyen var neden rating'ler diziler üzerinde daha uç noktada arkadaş bu ülkede?" diye sorarlar adama! Haklı olarak bittabii... Öte yandan, müzik türleri seni ayrı kategorize eder... Hani klasik, tsm, thm dinliyorsan eğer az çok genel geçersin demektir. Rock-hiphop-R&B kovalar bunun hemen gerisini, gençlik halet-i ruhiyesi. Peşisıra, duygusal-slov tarz gelir ama hareketli pop dinliyorsan eğer bir numaralı eziksin! Abbeeoww... Kaç kaç! Şimdi sorarım size bu ülke insanı bir Petek Dinçöz, bir İsmail YK, bir Bülent Ersoy dinlemiyorsa bu insanlar nasıl köşe oldular, bu kadar parayı nereden buldular?! Topluma beğenilerimizi gizleriz, ifşa-afişe etmeyiz öyle kolay kolay. Suskunluk sarmalını güzelce sararız aslında bir taraftan da... "Sosyal baskıya rağmen yine de Petek Dinçöz dinlemek" demez hiç kimse... Ya bırakın bu ayakları da, Güllü'nün, Kâhtalı Mıçı'nın, Cansever'in bir zamanlar tutunduğu bir sanat anlayışımız var bizim. En azından toplumu besleyen kültürün bir dönem bu biçimde varoluşu, şekillenişi! Kimedir bu artistlik? Kimedir bu kendini lüx göstermecilik??!

Toplumsal baskı karşısında türlü alanlarda türlü kategorilere karşı bir iç savaşım bu esasında. Kendi benliğimize ters düşücü birtakım unsurlar var toplumda ve toplum bizim üzerimizde daha ağır basıyor, benlik düşürüyor az biraz. Onu bunu geçtim de azizim, insanın benliğinin mizacıyla bir bütünlük içermesi gerekmekte en başta! Ben buna inanıyorum bizzat... Kişilik yapısı ve beğenilerin birbiriyle örtüşmüyorsa toplumda tutunman bir yalan ötesi nihayetinde. Sanal bir gerçeklik, sahte bir gerekçelik, bir kendini kandırma modeli adeta. Toplum da senkron kayması yaratırsın en fazla! Bu da kolayca algılanır, ne kadar teknik bir bilgi olsa da... Prototip belli, kategori belli -illa kategoriyse kategorizeleştirmeden daha başka ne var ki bu ülkede?!- durumsa apaçık ortada! Hı, zaten başlı başına bir kategorisin diğer yandan. Düşüncen de cinsiyetin de görüşün ve duruşun da hatta gülüşün de gelirin de işin de yaşın da statün de kültürel birikimin ve deneyimin de sosyaliten de her biri ayrı kategori, hobin de kategori olmuş, kaç yazar...

Ki zevklerin, hobilerin konuşmana yansır, konuşman da hobilerini ele verir, sonra; hepsi biraraya gelir, kişiliğini ele verir, kimedir bu kandırmaca, nedendir bu aldatmaca?!

17 Aralık 2012 Pazartesi

Mevlana'yadır Aşk...

"Aşktan geldik aşka gidiyoruz..." ile başlamak isterim bu haftaya. Bugün kapanışı gerçekleştirilen Şeb-i Arus Mevlana'yı anma gecesiyle bir düğün gecesine daha tanık oldu Türkiye. 17 Aralık Mevlana'nın vefat ettiği tarih olarak özellikle seçildi bu geceye. 739. "vuslat"tır ne de olsa... Daha önce de Yunus Emre'yi kaleme aldığım yazıda bahsetmiştim, yine vurgulamak istiyorum onun derin kalbine ulaşamadan belki de. Başta varlığına, kişiliğine, anlayışına ve hayatına aşık olduğum adamlar var hayatımda. Bunlardan birisi ve en özeli de benim için, kuşkusuz, Hz. Mevlana...

Sosyal medyadan takip edenler bilirler; üye olduğumdan beri en çok O'nunla ilgili info'lar ve alıntılar paylaştığımı. Onun aşkıyla özdeşleşmek zira benim için gurur verici. Ancak hep söylediğim gibi bırakıp ayrıyı gayrıyı onun izinden gitsek, az biraz da olsa, dünya daha çekilir hale gelecek yaşamak için. Anlamlı olacak, mutlu kılacak tüm insanları ve insanlığı da beraberinde. Türkiye için en büyük değerlerden birisi O. Ama hak ettiği ilgiyi görüyor mu ölümünden sonra, o göreceli, tartışılabilir ancak şundan eminim ki yurtdışında herkese seslenen engin bir aşkı var, karşılıklı... Biraz da sevdiğim sözlerine yer vermek istiyorum müsaadenizle alıntılarayarak. Zira ne kadar kursam da cümleleri içimde onun aşkını anlatmanın, haddime düşmeyeceğini bildiğim halde, yetersiz kalacağını biliyorum... O'nun cümleleri o kadar derin anlamlı ki kelimelerin yanyana dizilişinin uyumuna sürükleniyorum, hayallere dalıyorum ve cümleler arasında dolaşıyorum en çok... O'nun bilgisi o kadar derin ki bir filmin yalnızca alt yazısını okurmuş gibi hissediyorum. Altyazısına bakarak görseli ve içeriğiyle ilgili ilişki kurarmışçasına, o yazıdan anahtar bir kelime yakalayıp tümcenin tamamını kavramaya çalışırcasına bir şey hissediyorum. Ve O'nun aşkı o kadar derin bir aşk ki kalbinin kelimelere yansımasının bu denli zor olduğu sözlerde bizim yalnızca yansımayı gördüğümüze ve büyüsüne kapıldığımız üzerinde kafa yoruyorum. Gerçeği görsek aslını, içinde yatanı, o zaman kim bilir n'aparız diye de düşünüyorum ve yine O'nun sonsuzluğunda kaybediyorum kendimi, kayboluyorum. Ve en çok da inanıyorum... Evet, tüm kalbimle inanıyorum...

Bölünmüşüz iki ayrı uçlara, uçlarda yaşıyoruz, bayılıyoruz buna. Oysaki insanız hepimiz ve tekiz, tek bir yol var bu hengâmeli yolda. Bir yol var aslında, insanlığa. Ne diye çoğaltıp duruyoruz. Bir yol var çizilmiş, eskiden beri, üzerinde yürümekten üşenip savaşıyoruz sebepsiz, kaybeden biz oluyoruz. Bir yol var ki... Aşktır o da... Mevlana için, Mevlana'ya....
En sevdiğim söz ve şiirleriyle...


*Kendinden nefret edip ayna parçalamak kolay... Sorun; sonrasında ortaya saçılan binlerce seni'n kimin temizleyeceği...


* Ey gönül! Acılara sabret..
.
Çünkü onlar seni kahretmek için değil;
sınamak, terbiye etmek, kemale erdirmek için gelirler...

*
Ağzımda lokma varken konuşmak kolay da; yüreğimde "sen" varken susmak ne zormuş.


* Sen gönlümün yüküsün. Omzumun değil...
Sen canıma yarasın, tenime değil...
Yürekte taşınan sırta ağır mı gelir..?


* Üzülme der Mevlana ve devam eder; kızma hiç kimseye yaptıklarından dolayı; aksine teşekkür et, ihanet edenlere, sadakati öğrettikleri için... Minnet duy yalancılara, doğrunun farkına varmanı sağladıkları için... Mutsuz edenlere dua et, mutluluğu daha derin hissettirdikleri için... Herkesi sev, yaşamına bir anlam kattığı için... Hayat bu yüzden daha güzel; siyahlar, beyazı farkettirdiği için...

* Sen ol da;
İster "Yâr" ol,
İster "Yara";
Lütfun da Başım Üstüne,
Kahrın da.

* Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek cevabım var. Ama bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye...

*
Hamdım, piştim, yandım.

*
Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün;
Ya göründüğün gibi ol...

*
Ne kadar konuşursan konuş, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır.

*
Gel, gel, ne olursan ol yine gel...
İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da, yine gel...

* Dediler ki: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki: Gönüle giren gözden ırak olsa ne olur.

* Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru.
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme... (Kısaltılmıştır.)

*
Ben bir denizim demedim mi sana.
Sen bir balıksın demedim mi,
Demedim mi, o kuru yerlere gitme sakın.
Senin duru denizin benim demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi, senin uçmanı sağlayan benim,
Senin kolun kanadın benim, demedim mi?

Demedim mi, yolunu vururlar senin,
Demedim mi ,tövbeni bozarlar senin.

Oysa senin ateşin benim, sıcaklığın benim demedim mi?
Onu süsleyen bezeyen benim demedim mi? (Cımbızlanmıştır.)