31 Mart 2014 Pazartesi

Doğum Günü Özel Teşekkür



31 Mart… Tarihi, vakanın tarihidir. Reklam kampanyalarının son bitiş tarihidir. Vize haftası, sınav tarihidir. Yaz saatinin başlangıç tarihidir. 1 Nisan şakalarının bir gün öncesinden planlanma tarihidir. Derken… Seçim sonrasının ilk günkü tarihidir, malumunuz. E benim de doğumgünü tarihimdir. Kutlamayı sevmiyorum artık yaş ilerledikçe ama sizlerle kutlamak inanın daha bir başka, daha bir güzel…  Seçimdi, saatti derken ve üstelik bu sene pazartesiyken; pazartesi sendromu ve tükenmişlik sendromumuza rağmen tüm dileklerinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. (T)Onca yıldır (yaş kompleksimi yenme egzersizlerim) aldığım en ilginç armağandı kestane çizici, sahibine sevgilerimi sunuyorum ayrıca:) Ve bu sene de geleneği bozmak istemedim, ilginç yazımla, sevgili popseverlere…

Hepinizi Bengüce “kocaman öpüyorum…” öncelikle. Sayenizde Nilce “kanatlarım var ruhumda…” Ve yine sayenizce “değerimi bilen usta ellerde elmas gibi işlenirim…” Ebru Yaşar’ın deyişiyle. “Bu şarkılar da olmasa, telefonlar çalmasa…” bilmem n’apardım, Tarkanca. Tarzanca gibi oldu bu da(!) Artık ilerledikçe yaş, doğum günü kutlayası da gelmiyor insanın dedim ya hani… Ajda gibi düşünmek lazım sanırım biraz: “Her yaşın bir güzelliği var…” Ya da Kenanca “”…En güzel çağımdayım!” diyebilmek gibi mesela. Geçen sene, her ne kadar dondursam da yaşımı işe yaramadı, a dostlar!

Ve bu yüzden ben artık ““yaşsızım!”” Hayat mesajımı almışsındır diye umuyorum… Çift tırnağı da kimseye yapmam, bil değerini, otur yerine!  Serdar gibi, boşverin, “işim olmaz, benden de güzeli yok” diyin ya da. Hatta abartıp “aynalara bir bak, senden güzel mi var…” diyelim Hepsi gibi. Ayşegül Aldinç gibi yaşa başa bakmadan “li lal lal lala” diye şarkı söyleyelim, hayata rağmen. "Hayat, kadere inat..." diyelim mesela Ebru gibi. “Şarkılar güzelse hala” der ya Yaşar. Hayatı boşverin, elinizden geldiğince o yüzden… Ya da… “Yeni bi duruş yeni dokunuş…” tek tek keşfedelim hayata dair Sertabca. Ah… Yalın nasıl unutabiliriz ki seni... Kendimize seslenerek, “Sen sana her zaman iyi gelensin” dediği gibi hani. Yıldız gibi bağırarak, çığlık atarak söyleyelim şarkılarımızı, “güzel elbiseleri giyinip kuşanıp”… Tamam uzatmayacağım daha fazla “kalk gidelim çok güzelim…” Berksanca.

Sözün özü, Şebnemce, “Hayatıma giren herkese, yaşanmış her şeye… Teşekkürler, Büyüyorum sizinle…” Sezence “hayat sana teşekkür ederim…” Ve Muratça “iyi ki’msiniz ve sizleri seviyorum…”  

31.03.2014

28 Mart 2014 Cuma

Renkler (2)


Mavi: Freud tarafından sakinleşmeyi sağlayan bir renk olarak yorumlanmıştır. Faber Birren ise mavinin (kırmızının aksine) kan basıncını azalttığını belirtmiştir. Ukrayna'da bir ilkokuldaki duvarlar mavi renkle boyandığında küçük yaştaki öğrencilerin daha az yaramazlık yaptıkları gözlemlenmiştir. Uzmanlar mavinin (özellikle koyusunun-lacivert) dürüstlük üzerinde büyük etkisinin olduğunda birleşmiştir. Bu yüzden Hilton Oteli armasını koyu maviye değiştirmiştir. Maviyi diğer renklerden ayıran en önemli özelliklerden biri de uzaktan kolaylıkla farkedilebilmesidir. Bu özellik kırmızıyla karşılaştırıldığında, ortaya ilginç bir durum çıkar. Kırmızı çok dikkat çekici bir renk olsa da uzaktan farkedilmesi oldukça zor olan bir renktir. Önceden kırmızı renkte olan havalimanlarındaki uçak uyarı ışıkları bu yüzden mavi renkle değiştirilmiştir.

Turuncu:
Diğer renklerden çok daha çabuk bir sürede dikkatimizi çeken bir renktir. Turuncu renge sarılı bir ürün almak istediğimizde genellikle onu düşünmeden alırız. Ayrıca turuncu forma sahibi olan takımların daha fazla seyirci desteği aldıkları saptanmıştır.


Mor: İnsanların sinirsel duygularını ortaya çıkardığı için korku verir. 1998 yılında Ortaköy'de bir kişi intihar teşebbüsünde bulunur. Olaydan sonra yapılan araştırmalarda kişinin ajandasından çakmağına kadar her şeyinin mor renkli olduğu görülür.            

Beyaz: Beyaz ise saflığı, sürekliliği ve kararlılığı simgeler. Eğer sabıkalı bir kişiyseniz ya da siyasetle uğraşan biriyseniz kesinlikle beyaz renkteki giysileri tercih etmelisiniz.

Diğer renklerin özelliklerini ve etkilerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:


Gri:
ciddi ve resmi bir renktir. Evlerimizin duvarlarını boyarız.

Bronz: İnsanlar üzerinde ters etki yaratır, genellikle içki reklamlarında kullanılır.

Sarı: Kolaylıkla fark edilen, algılanan bir renktir. Reklam afişlerinde sıkça rastlanan bir renktir.


Renkler ve Kilo


Geçen yıl Aralık ayında Amerikan Fen Bilimleri Enstitüsü "renklerle terapi" adlı bir program yayınladı. Bu programda yer alan konulardan birisi de renklerle zayıflama yöntemlerini (color diet) içeriyordu.  Terapide kilo almak isteyen kişilere kırmızı, turuncu ya da sarı renkli yerlerde (kan basıncını ve iştahı artırır) yemek yemeleri önerildi. Kilo vermek isteyenlere ise mavi (yavaşlatır) ve yeşil renklerde (rahatlatır) yemek yemeleri tavsiye edildi.

Renkler ve Hafıza

Renkler insan hafızasına farklı durumlarda çeşitli yollarla etkiler. Japonya'da yaşanan büyük şiddetli bir depremden kurtulanlar, afet sırasında renk hafızasını kaybettiklerini ve her şeyi siyah-beyaz hatırladıklarını belirttiler. İlginçtir ki, siyah-beyaz genellikle insanların stresli ve mutsuz oldukları zaman kullandıkları renk ikilisidir. Hepimiz biliriz, eğer notlarımızın bütününü tek bir renkle tutarsak, diğer yerlere göre ince ve hafif yazdıklarımız hafızamızda daha çabuk yer edinir. Bu konuda en çok önerilen yöntem ise, pembe kâğıt üzerine siyah renkli kalemle yazmaktır. (İsterseniz deneyin, ben denedim ve farkı gördüm)

Sonuç olarak, renkler sadece insan psikolojisini etkilemekle kalmaz aynı zamanda hayatımıza da yön verir. Bana göre ise, insanların yaşam tarzı herhangi bir rengin özellikleriyle özetlenebilir. Umarım siz de hayatınızın rengini bu yazıyı okuduktan sonra belirlersiniz.

26 Mart 2014 Çarşamba

Renkler



Bu hafta 2 yazı dizisiyle karşınızdayım. İlkine geçmeden önce seneler önce yapılmış bir araştırmanın sonuçları bu. Yarı bilimsel yarı yorumsal yarı gerçek yaşanmışlık ya da deneyimsel... Hep konuşulur durur, insanın kendisini ifade edebildiği rahatladığı da bir alandır. Mustafa Fatih Şencan'ın kaleminden derleyerek toparlamaya çalıştım. Keyifli bir okuma diliyorum ben öyleyse sizlere...

Hayatta her zaman karşılaştığımız renkler hakkında ne biliyoruz ki? Renkler bize başka ne ifade edebilir ki? Halbuki renklerin insanların üzerinde gerek fiziksel gerekse de psikolojik olarak birçok etkisi vardır. Birçok bilim adamı son yıllarda yaptıkları sayısız araştırma kanıtlamaya çalışır. Bunlardan biri de 1999 yılında Kansas Üniversitesi tarafından yapılmıştır.

Bir grup deneğin, kahverengi ve beyazın psikoloji üzerinde oynadığı rolü gözlemleyebilmek için bir müzeye girip dolaşmaları sağlanmıştır. Müze, bir kaç bölümden oluşur. Bazı bölümler kahverengi bazı bölümler beyaz duvarlarla çevrilmiştir. Duvarlar beyaz iken müzeyi ziyaret eden kişiler o bölümü çok yavaş hareket ederek gezmişlerdir. Duvarlar kahverengi olduğunda ise insanlar çok hızlı hareket etmiş ve o bölümü kısa sürede gezip aceleyle ortamı terk etmişlerdir. Tıpkı fast-food restaurantlarındaki mantık. Kırmızı açlığı tetiklerken kahverengi çabucak yememizi perçinliyor, misali. Zaten bu yüzdendir ki Burger King, McDonald's gibi restaurantların duvarları, hatta sandalye ve masaları kahverengi, pembe ve şampanya rengi karışımı.

Şimdi hangi rengin ne gibi etkisi olduğuna bakalım:

Kırmızı:  Genelde insanların iştahını artıran b,r renk olarak bilinir. Coco Cola, Pizza Hut gibi büyük markaların logolarında kırmızı hâkimdir. Bu iştah açıcı renk vücuttaki kan basıncını artırırve sonuçta zamanı hızlı yaşamamızı sağlar, bu da bizi istemsizce daha fazla yemeye ve içmeye teşvik eder. Boğaların kırmızı renge neden saldırdıkları sorusunun cevabı da çok basittir. İspanyollar bunu reddetse de, boğalar için kırmızı, siyah veya mavinin bir farkı yoktur. Boğalar pelerini sadece onlara saldıran bir yaratık gibi görürler.


Yeşil: Güvenirliliği temsil eder ve genelde banka logolarında kullanılır. Yeşilin diğer bir özelliği ise yaratıcılığı artırmasıdır. Bu nedenle, gelişmiş Batı ülkelerinde otellerin mutfak duvarları aşçıların daha çeşitli ve göze hoş gelen yemekler pişirmesi için yeşildir. Ayrıca, yeşilin doğaya çağrışım yapmasından dolayı insanlar yeşil ortamlarda daha rahat ve zinde olurlar.



Siyah:
Şimdi de biraz güç ve hırsın göstergesi olan renkten, yani siyahtan
bahsedelim. Birçok ülkede matemli
günlerde siyah renkli giysiler
seçilirken Japonya'da mutluluğu ifade etmek için, en özel, en anlamlı günlerde genelde siyah elbiseler tercih edilir. Siyah üzerine düşen ışığı emdiği için insanlar loş ışıkta daha iyi konsantre olurlar ve böylece daha verimli çalışabilirler.

Devamı 28 Mart'ta -->>
(Mavi, Turuncu, Mor, Beyaz, Gri, Sarı; Renkler ve Kilo; Renkler ve Hafıza)

24 Mart 2014 Pazartesi

Yazıyı Oku, Başlığı da Sen Koy İşte...


Mutfakta rastlarım kendime... En kötü, şnorkelle soğan keserken. Ağlamayayım diye, gözlerimi vakumuna emanet ederim bir süreliğine ki dışardan almasın soğanın limoniliğini. Baliguli köftesi yaptım yanında, Kütahya yöresinden. Akşam olur, sonra bilgisayarımla birlikte cips yeriz, kola içeriz, benim karnım doyar. Onu doyurduktan sonra, siler temizlerim döküleni üstüne(!) Yazın sivrisineklere saç spreyi sıkarken bulurum kendimi sonra. Tek canı yanan ben olmam böylece, onları da süründürürüm kanatlarının birbirine yapılştığını görerek... Sürünsün, beter olsun felsefesi işte! Ahahah... Elbette ki şuh kahkahalar eşliğinde... En sevdiğim arkadaşım sigarayı bıraktı, onun mutluluğu içindeyim şu günlerde. Tetikleyicilerini tıkamak, imgelerini kapamak ve bir zamanlar biricik aşkı olan sigarayı hatırlatmamak bana kaldı, bana düştü şu noktada. Olsun, yeter ki o kendini kurtarsın o illetten. Dustin Hoffman'ın filmlerinden izlerim sıkılırsam, ben sıkılırsam portakal da sıkılsın... Hatta başucumdaki yerini alsın hem(!) Neyse, beste yapıyorum parmak notalarımla... Bağlaç olan ki'leri, da'ları da ayrı yazarken buluyorum kendimi sonra çalışma masamda ama diğer kelimeleri bitişik yazıyorum, hepsini birbirine bağlar gibi... Hatta kördüğümler atıyorum şifreleyerek, harfleri. Kimse açamasın diye. Açarsa da bakamasın diye... Yine de herkes bir şeyler buluyor kendine, kendince.

Sonra... Sonra, sadece bizim reklam aralarında yabancı bir dizinin ilk part'ını bitirebiliyorsun... Bunu biliyorsan ya da keşfedebiliyorsan zaten anlarsınız az çok yazdıklarımı... Ve bulursunuz kendi ölçülerinize göre bir iki deneme. Ki dizinin ilk kısmını bitirebiliyorsanız, yayıncılık anlayışında ciddi bir problem olduğunu görürsünüz bence, Türkiye'de. Hani dışarıdan gören eden olsa ilk bakışta çakar durumu, söylüyorum. Bilmem, The Vampire Diaries'te Qetsiyah'la tanışıklığımızdan olsa gerek bu yazdıklarım(!) Dizinin setinde hissediyorum kendimi zaman zaman. Dizinin konsepti gibi olsa bazen hayat keşke, ölmese insan, diyorum... Ölse de ölmese. En fazla 2-3 bölüm ölse mesela. Sonra hiç bir şey olmamış gibi toparlasa kendini, iyileşse. Ölse de geri gelse, yaralansa da çabuk iyileşse, kaskatı kesilse bile yeni doğmuş gibi devam etse yaşamına insan.

Sevdiklerimin yüzlerini değil, kalplerini fotoğraflıyorum bir de bu ara. Öyle bakıyorlar ki çünkü, kalplerini görüyorum onların. Kimse de görülmeyen ve kimselere kolayca göstermedikleri o değeri. Meğer ne güzel ve ne çok çalışmaya imza atmışım ben. Şükrediyorum Allah'a, teşekkür ediyorum yaşama... Kocaman ve kokuluca bir öpücük konduruyorum hepsine ayrı ayrı... Aslında ayrı değil, tıpkı harfler gibi bitişik. Ama çözemiyorlar işte. Kafa karıştırmaya bayılıyorum bazen, napim. Huyum bu, kurusun mu? Bak yine konudan konuya geçiyorum gördüğün gibi. Bir de kelkit kilimine başladık bir arkadaşla bu ara, dokuyup duruyoruz... Artık Japon modasından ezgiler taşıyorum. İngiliz kültüründen besleniyorum zaman zaman... Ve de arada sırada akbil sesi notalarına çalışıyorum, flütle çalmaya...

Şimdi boşver de tüm bunları;
Babamı özledim ben...
En çok da öldüğü gün bir daha
yaşamımın hiçbir anında
olmayacağı koymuştu en çok.
Bunu, kaybettiğim yaşta düşünmüştüm ben
Bu o gün bir ömür daha çok koymuştu...
Ve hala aynı özlemle...
Ne bir derece eksik ne bir derece fazla.
Sevginin derecesi olmuyor
Hele Allah için seversen daha bir başka aşk oluyor o.
Ve babamı "çok" özledim ben
Derecesi yok ama tüm rengimle...
Gözden ırak gönülden de ırak olur, hikâye şu noktada;
Görmeyen göz katlanır da...
Ve kimse vazgeçilmez değildir, külliyen yalan oluyor.
En yakının üzermiş ya oysa.

21 Mart 2014 Cuma

İzlenme Rekorları Kıran Kalitesiz Yayınlar


Günümüzde,medyada belirli bir niteliği ve öğreticiliği olmayan televizyon programlarının çoğunlukta olmasıyla birlikte bu programların izlenme oranlarına bakıldığında, durumun oldukça yüksek olduğu gözlenmektedir. Kuşkusuz,tekelleşen günümüz medyasında halkın çıkarlarından çok, çeşitli yayın kuruluşlarının çıkarlarının gözetilip ön planda tutulduğu görülmektedir.

Bundan yaklaşık 10-15 yıl öncesine kadar televizyon kuruluşları, daha saygın, daha nitelikli ve halkın en azından bir şeyler öğrenebileceği programlar yayınlamaktaydılar. Medya, daha bilinçli, daha ciddi işler yapan resmi bir sektördü. Eğlence dünyasının yanı sıra ciddi haberler, öğretici programlar, çeşitli belgeseller ve değişik bilgilerin verildiği geniş bir dünyaydı aslında. Eğlence, haber arası izleyicilere sunulan, insanları rahatlatmak adına günün monotonluğundan biraz olsun uzaklaştırmayı amaçlayan faktörlerden birisiydi. Fakat, günümüz medyasına baktığımız zaman, eğlencenin hemen hemen her haberin arkasına sığınmış, günün 24 saati durmaksızın çalışan, olmazsa olmaz güçlü bir kahraman olduğu kolaylıkla görülebilen bir duruma gelmiştir. Haber, eğlence arası izleyicilere sunulan, ciddi olmasına rağmen bazen müzikle süslenen, yani bir bakıma magazinleşen, reyting uğruna en önemlisinin dahi en son sunulduğu ve zaman zaman arasına reklam konulduğu görmezden gelinemez bir gerçektir.

Yedi-sekiz yıl öncesinde zirveye yavaş yavaş yerleşmeye başlayan niteliği zayıf ve öğretici yanı bulunmayan bu programlar, günümüz toplumunda artık akşam saatlerinin vazgeçilemeyenlerindendir. İlk başlarda "Biri Bizi Gözetliyor", "Gelinim Olur musun?"(gelin-kaynana programları), "Popstar", "Türkiye’nin Yıldızları" ve benzeri yarışmalarla başlayan bu yayıncılık anlayışı, "Survivor", "Dest-i İzdivaç"(evlendirme programları), "Var mısın Yok musun?" ve "Yemekteyiz" gibi programlarla devam etmektedir. İzlenme oranları yüksek olduğu için, bu tür programlar da sürekli kendilerini yenilemeye devam edeceklerdir. Televizyonun gittikçe önem kazandığı günümüzde, toplumun her kesimine uygun, her yaşa hitap eden programlar mevcuttur. Örneğin; kadın programları, sabah-öğle vakitlerinde yayınlanan sohbet programları, özellikle ev hanımlarının gözdesi haline gelmiştir ve bu da reyting artırıcı bir unsurdur. Akşam iş çıkışı eve yorgun dönen kesim, dinlenmek amaçlı, eğlence içerikli program arayışındadırlar ve bu durum yine niteliği olmayan programların izlenme oranlarını olumlu yönde etkilemektedir. Buna, belli bir kesimin müzik ve magazine olan ilgisi ve yalnız yaşamakta olan kesimin televizyonu "evde ses olsun" diye kullanması bile ister istemez izlenme oranlarını etkileyen önemli unsurlardır. Niteliği ve öğretici yanı bulunmayan bu programların artışı, bir televizyon kanalında yayınlanmaya başlayan bu tür programların belli bir izlerkitle kazanmasıyla, diğer yayın kuruluşlarının da buna benzer içerikteki bir program bulma arayışlarıyla gerçekleşmektedir. Bu durum da bir nevi "belirli dönemlerdeki kısır döngüler" olarak nitelendirilebilir.

Sonuç olarak, Türkiye’de medyanın önemli alanlarından biri olan televizyon kuruluşlarının, "Yemekteyiz", "Dest-i İzdivaç" ve "Var mısın Yok musun?" gibi belirli bir niteliği ve öğreticiliği bulunmayan programları  oldukça sık yayınlamaları ve buna rağmen bu tür programların izlenme oranlarının yüksek olması ciddi bir problem oluşturmaktadır.

* Yazıldığı yıllarda egemen basında yayınlanan bu programlar günümüzde formatlarındaki birtakım değişimlerle yeniden izleyiciye sunulmaktadır. Aynı kişilerin boyundurluğu altında olan bu programlar "toplumda büyük ilgi görüyormuşçasına" gösterilmekte ve reklamları çok sık yayınlanmaktadır. Yurtdışından paket program biçiminde alınan formatlar ise ülkemizde kendi kriterlerimizce benzer şekilde yer almaktadır. Ayrıca yılın her sezonunda özellikle yarışma programları (yurtdışı kaynaklı) bir döngü biçiminde televizyonları ve yayın kuruluşları işgal etmektedir. Günümüz yayıncılık anlayışına dönüşen bu kısır döngüde bu programlar yoğun biçimde ve 3-4 saatlik bir zaman diliminde karşımıza çıkmaktadır. Toplum beğenisine göre mi hareket edildiği yoksa toplumun sunulanı mı izlediği konusu tartışıladursun, böylesine kalitesiz programların toplumda yer edinmesi ve karar alımlama süreçlerinde tercihlerine etki etmesi oldukça ciddi ve büyük bir problemdir.

19 Mart 2014 Çarşamba

“Etik” Olan Dördüncü Kuvvet



Kuşkusuz basın, Türkiye’de, yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki en önemli rolü ise, birimler arasındaki ilişkileri, işleyişi topluma; toplumda olup biten olayları, gelişmeleri bu birimlere iletmesidir. Bunu yaparken de tüm mesleklerde olduğu gibi toplum tarafından da benimsenmiş bazı etik kurallara dikkat etmesi gerekir. Bir bakıma, bu etik kurallara uyduğu için halkın güvenini kazanan medya, toplumda "dördüncü kuvvet" olma özelliğini kazanmıştır ve bu yüzden kendisine önemli bir misyon atfedilmiştir. Bu yüzdendir ki medyanın toplumdaki belirleyiciliği küreselleşmiş ve adeta medyanın kararı toplumun kararı haline gelmiştir. Ancak yıllardır süregelen, dillere pelesenk olmuş “basında güven” kalıbı dördüncü kuvvet olma niteliği kazanan medyanın etik davranmaması sonucu günümüzde etkisini yitirmiştir.



Günümüz medyasına baktığımız zaman, basının gerçekten etik olarak hareket edip etmediği konusu tartışılmaktadır.Tüm bunları açığa kavuşturmak gerekirse, etik kurallara karşılık gelen örnekler durumu net bir şekilde izah eder. Basın ahlakının temeli doğru haberciliktir. Bu ilkeye ilişkin olarak, günümüzde yayınlanan ana haber bültenlerinde haberlerin çoğunun sansasyonel olarak ve bilinmeyen, belirsiz olan kaynaklarla, kulaktan dolma bilgilerle hazırlandığı görülmektedir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’deki medyada haberin bazen soruşturulmadan, çıkarımlara dayanarak yazılması önemli bir sorundur. En başta gelen ilkelerden bir diğeri ise, gazetecinin veya yayın kuruluşunun kendisine, okuyucuya ve mesleğe olan saygısıdır. Bunun yanı sıra, gerçeğe saygılı olabilmek, onu bozmadan abartmadan yansıtmak, topluma aktarmak gazetecilik etiklerindendir. Bunun örneğine ise, özellikle son zamanlarda hat safhalara gelen “haberin magazinelleşmesi”ne öncelik veren yayıncılık anlayışında rastlanır. Olayları gerçeğinden uzaklaştırarak, zaman zaman olayları saptırarak veya başka yönlere çekerek gündemi meşgul etmekte olan medya insanları bu şekilde oyalamaktadır. Çoğunlukla sanat ve spor camiasında ya da podyum ve şov dünyasında kısa sürede şöhreti yakalamış  kişilerin adeta birer ikon haline getirilmesine medya olanak sağlamıştır. Bu kişilerin özel yaşantısına girerek geniş kitlelere duyurulması ve bu kişilerle ilgili olayların fon müziği eşliğinde, patlak sesli muhabirler tarafından okunup değişik ses efektleriyle süslenen haberlerle, yazı sonrası getirilen ikonlarla görüntü üzerine yapılan işaretlerle veya çizimlerle eğlenceli hale getirilerek sunulması medyayla özdeşleşen bir gelenek haline gelmiştir.

Magazin haberlerinin dışında, akşam saatlerinde yayınlanan ana haber bültenlerinde de durum bu aşamaya gelmiştir.Hemen hemen tüm kanalları kapsayan bu anlayışta “bilinen işlevlerinin dışında haber, kitle iletişim süreci içerisinde hem bir meta olarak, hem de düşüncelerin yayılımında kullanışlı ve etkili bir araç olarak işlev üstlenmektedir.”[1] Özellikle magazinleşme eğiliminin hâkim olduğu bir yayıncılık anlayışının egemen olduğu günümüz medyasında, haber bültenlerindeki ekonomik, toplumsal ve siyasal konuların bile eğlenceli hale getirilerek sunulması söz konusudur. Bunu medya, toplumun yansıması olarak belirlediğini gösterir. Ancak, medyanın ticarileşerek, kârın maksimize edilmesini amaçlaması ve sadece ortak beğenilere hitap etmesi, onlara göre haber yapması, izlerkitle olarak onları baz alması etik açıdan da son derece yanlıştır. Ayrıca, haber sıralamasının en önemliden daha az önemliye doğru sıralanması gerekirken, özellikle bazı televizyon kanallarında reyting uğruna önemli meselelerin en son verilmesi yine basın etik ilkelerine ters düşen bir davranıştır. Etikle ilgili olarak bir başka konu ise, tarafsız olması gereken basının olayları son derece taraflı bir şekilde yayınlaması, sunması ve insanların tutumlarını kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirmesidir. Örneğin, Uğur Dündar, Ali Kırca, Mehmet Ali Birand, Güneri Civaoğlu gibi “anchorman” olarak ifade edilen  bu alanın uzmanı kişiler haberler sonrasında kendilerince kısa da olsa yorumlar yaparak halkı bir şekilde etkilemektedirler. Oysaki, haber izletildikten sonra halkın özgür iradesine bırakılması ön koşuldur. Gene medya, dördüncü kuvvet olma özelliğini kullanarak  insanları yargılamaktadır ki bu da etik açıdan oldukça yanlış bir tutumdur. Olaylar doğrultusunda kendince birtakım yorumlar getiren medya, insanları rencide edici bir şekilde topluma duyurur. Kuşkusuz burada ne tarafsızlık kalır, ne de araştırmacılık... Önce de belirtildiği üzere, medya bazı kişileri yüceltip ikon haline getirirken, bazı kişileri de yerin dibine sokmaktadır. Burada bir bakıma “medya ile iyi geçinin” mesajı da verilmektedir. Dördüncü bir güç olan medyanın bunu üçüncü güçten önce yapması da yanlıştır.



Sonuç olarak, medyanın verilen dördüncü kuvvet olma özelliğini kötüye kullanması, mesleki anlamda uygulanması gereken birtakım etik kuralları ihmâl etmesi günümüz medyası adına ciddi bir problem oluşturmaktadır. “Basında Güven”, “Basında Tarafsızlık” gibi medyaya verilen etik değerleri yanlış kullanan günümüz medyası bu kalıplar altında olayları abartarak, kimi zaman başka yönlere çekerek, insanları yücelterek ya da aşağılayarak ama mutlaka yargılayarak dolayısıyla insanların düşünce ve kanaatlerini yönlendirerek görevini yerine getirir. Bu bağlamda belirleyici olan medya, etik kuralları da kendi çıkarları doğrultusunda belirlemektedir.


[1] Hakan Ergül, Televizyonda Haberin Magazinelleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınları,2000,s.117.