Mutfakta rastlarım kendime... En kötü, şnorkelle soğan keserken. Ağlamayayım diye, gözlerimi vakumuna emanet ederim bir süreliğine ki dışardan almasın soğanın limoniliğini. Baliguli köftesi yaptım yanında, Kütahya yöresinden. Akşam olur, sonra bilgisayarımla birlikte cips yeriz, kola içeriz, benim karnım doyar. Onu doyurduktan sonra, siler temizlerim döküleni üstüne(!) Yazın sivrisineklere saç spreyi sıkarken bulurum kendimi sonra. Tek canı yanan ben olmam böylece, onları da süründürürüm kanatlarının birbirine yapılştığını görerek... Sürünsün, beter olsun felsefesi işte! Ahahah... Elbette ki şuh kahkahalar eşliğinde... En sevdiğim arkadaşım sigarayı bıraktı, onun mutluluğu içindeyim şu günlerde. Tetikleyicilerini tıkamak, imgelerini kapamak ve bir zamanlar biricik aşkı olan sigarayı hatırlatmamak bana kaldı, bana düştü şu noktada. Olsun, yeter ki o kendini kurtarsın o illetten. Dustin Hoffman'ın filmlerinden izlerim sıkılırsam, ben sıkılırsam portakal da sıkılsın... Hatta başucumdaki yerini alsın hem(!) Neyse, beste yapıyorum parmak notalarımla... Bağlaç olan ki'leri, da'ları da ayrı yazarken buluyorum kendimi sonra çalışma masamda ama diğer kelimeleri bitişik yazıyorum, hepsini birbirine bağlar gibi... Hatta kördüğümler atıyorum şifreleyerek, harfleri. Kimse açamasın diye. Açarsa da bakamasın diye... Yine de herkes bir şeyler buluyor kendine, kendince.
Sonra... Sonra, sadece bizim reklam aralarında yabancı bir dizinin ilk part'ını bitirebiliyorsun... Bunu biliyorsan ya da keşfedebiliyorsan zaten anlarsınız az çok yazdıklarımı... Ve bulursunuz kendi ölçülerinize göre bir iki deneme. Ki dizinin ilk kısmını bitirebiliyorsanız, yayıncılık anlayışında ciddi bir problem olduğunu görürsünüz bence, Türkiye'de. Hani dışarıdan gören eden olsa ilk bakışta çakar durumu, söylüyorum. Bilmem, The Vampire Diaries'te Qetsiyah'la tanışıklığımızdan olsa gerek bu yazdıklarım(!) Dizinin setinde hissediyorum kendimi zaman zaman. Dizinin konsepti gibi olsa bazen hayat keşke, ölmese insan, diyorum... Ölse de ölmese. En fazla 2-3 bölüm ölse mesela. Sonra hiç bir şey olmamış gibi toparlasa kendini, iyileşse. Ölse de geri gelse, yaralansa da çabuk iyileşse, kaskatı kesilse bile yeni doğmuş gibi devam etse yaşamına insan.
Sevdiklerimin yüzlerini değil, kalplerini fotoğraflıyorum bir de bu ara. Öyle bakıyorlar ki çünkü, kalplerini görüyorum onların. Kimse de görülmeyen ve kimselere kolayca göstermedikleri o değeri. Meğer ne güzel ve ne çok çalışmaya imza atmışım ben. Şükrediyorum Allah'a, teşekkür ediyorum yaşama... Kocaman ve kokuluca bir öpücük konduruyorum hepsine ayrı ayrı... Aslında ayrı değil, tıpkı harfler gibi bitişik. Ama çözemiyorlar işte. Kafa karıştırmaya bayılıyorum bazen, napim. Huyum bu, kurusun mu? Bak yine konudan konuya geçiyorum gördüğün gibi. Bir de kelkit kilimine başladık bir arkadaşla bu ara, dokuyup duruyoruz... Artık Japon modasından ezgiler taşıyorum. İngiliz kültüründen besleniyorum zaman zaman... Ve de arada sırada akbil sesi notalarına çalışıyorum, flütle çalmaya...
Sonra... Sonra, sadece bizim reklam aralarında yabancı bir dizinin ilk part'ını bitirebiliyorsun... Bunu biliyorsan ya da keşfedebiliyorsan zaten anlarsınız az çok yazdıklarımı... Ve bulursunuz kendi ölçülerinize göre bir iki deneme. Ki dizinin ilk kısmını bitirebiliyorsanız, yayıncılık anlayışında ciddi bir problem olduğunu görürsünüz bence, Türkiye'de. Hani dışarıdan gören eden olsa ilk bakışta çakar durumu, söylüyorum. Bilmem, The Vampire Diaries'te Qetsiyah'la tanışıklığımızdan olsa gerek bu yazdıklarım(!) Dizinin setinde hissediyorum kendimi zaman zaman. Dizinin konsepti gibi olsa bazen hayat keşke, ölmese insan, diyorum... Ölse de ölmese. En fazla 2-3 bölüm ölse mesela. Sonra hiç bir şey olmamış gibi toparlasa kendini, iyileşse. Ölse de geri gelse, yaralansa da çabuk iyileşse, kaskatı kesilse bile yeni doğmuş gibi devam etse yaşamına insan.
Sevdiklerimin yüzlerini değil, kalplerini fotoğraflıyorum bir de bu ara. Öyle bakıyorlar ki çünkü, kalplerini görüyorum onların. Kimse de görülmeyen ve kimselere kolayca göstermedikleri o değeri. Meğer ne güzel ve ne çok çalışmaya imza atmışım ben. Şükrediyorum Allah'a, teşekkür ediyorum yaşama... Kocaman ve kokuluca bir öpücük konduruyorum hepsine ayrı ayrı... Aslında ayrı değil, tıpkı harfler gibi bitişik. Ama çözemiyorlar işte. Kafa karıştırmaya bayılıyorum bazen, napim. Huyum bu, kurusun mu? Bak yine konudan konuya geçiyorum gördüğün gibi. Bir de kelkit kilimine başladık bir arkadaşla bu ara, dokuyup duruyoruz... Artık Japon modasından ezgiler taşıyorum. İngiliz kültüründen besleniyorum zaman zaman... Ve de arada sırada akbil sesi notalarına çalışıyorum, flütle çalmaya...
Şimdi boşver de tüm bunları;
Babamı özledim ben...
En çok da öldüğü gün bir daha
yaşamımın hiçbir anında
olmayacağı koymuştu en çok.
Bunu, kaybettiğim yaşta düşünmüştüm ben
Bu o gün bir ömür daha çok koymuştu...
Ve hala aynı özlemle...
Ne bir derece eksik ne bir derece fazla.
Sevginin derecesi olmuyor
Hele Allah için seversen daha bir başka aşk oluyor o.
Ve babamı "çok" özledim ben
Derecesi yok ama tüm rengimle...
Gözden ırak gönülden de ırak olur, hikâye şu noktada;
Görmeyen göz katlanır da...
Ve kimse vazgeçilmez değildir, külliyen yalan oluyor.
En yakının üzermiş ya oysa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder