10 Mart 2014 Pazartesi

Matmazel Dozambik L'öşamble

13'ünden gün sayıyordu aylar. Eskitemedi, eskitmemişti hâlâ yüzünü... Bir kuşüzümüydü burnu sanki. Tek bir nokta gibi, yüzünde. Bir lokma ekmek gibi pür-û paktı dudakları. Masumdu, daha önce hiç kimseye kırıcı söz söylememiş, hiç kimseyi incitmemişti. Belki de bu yüzden masum duruyordu ya en çok. Ve bir dua gibi mübarek bakıyordu gözleri... Hiç günaha girmemişti. Üzerine iftira atılmış, iddia basılmış, güzelliği cezbetmiş, iç gıcıklamıştı ama bu onun değil, etrafındakilerin günahıydı aslında. Arzulayan o değil, arzulanan oydu sadece. Bu yüzden kendilerini rahatlatmak için demişlerdi ya bu insanlar, "güzele bakmak sevaptır", diye... Siyah, Fransız kesim uzunca bir tuvalet vardı bedenini saran. Yine kafasına özel olarak diktirdiği bir de siyah şapkası vardı. Bir jevellery mağazısını satın almış gibi, aynı marka gümüş takılar takardı; dirseğe yarım uzanan, siyah eldivenlerinin üzerine, ki eldivenler de elbisesiyle aynı kumaştaydı. Buna özen gösterirdi. Şapkasının da bir karakteri vardı. Yüzünün yarısını kapatırdı. Yarı galip, yarı mağlup bir ifade; karizmatik bir hava katardı, egzotik havasına bu görüntü. Bunu bilirdi. Lüks düşkünü, kokoş gösterirdi ama içindeki öyle değildi bu seferde görün ki... Karanlık ve kasvetli fotoğraflar verirdi ayda bir magazin dergilerinin kapaklarına. Birçoğu da güzelliğini gizlediği flu gibi fotoğraflardı bunlar... İlla ki şapkası olurdu. Siyah... Hep aynısı değildi şapkası da; mutlaka değişirdi, değişmeyen şey ise, aynı model, aynı siyah... Sigaralığının ucu, bir örgü tığından halliceydi. Göz kamaştırırdı her defasında etrafındaki gümüş ve elmas taş pırıltalarından oyulmuş kakma siyah ceviz... Ağız kısmı ince olduğu için sigarasına ve dumanına rahatlıkla eşlik ederdi dudakları da. Dumanı, dudaklarını yarı açık çıkardığı zaman öyle bir tüterdi ki havaya karışarak; mest olurdu onu böyle gören erkek ve hatta kadınlar... Hatta hava da(!) Sadece kırmızı bir ruj ve siyah da bir maskarası vardı yüzünde, çok değil. Biraz belki beyaz teninde benleri ve "nazarlık" dediği sivilcelerini kapatacak kadar hafif bir pudra makyajı... Hazırlandığında tam bir porselen gibi parlardı yüzü. Işığı ve kahkasıyla aydınlatırdı etrafındakileri... Güneş gibi parlak... Ay gibi umut verici... Makyajı ruhunu maskelemez, karakterini ortaya çıkarırdı, amacından farklı olarak. O da ruhumu tamamlayan şey derdi zaten makyaj-tuvalet işine. Siyah kürkten bir otrişi vardı omuz dekoltesini kapatan... Ayaklarıyla bazen çapraşık yürürdü, bazen topukluları sıkardı, çıkarırdı caddenin tam ortasında. Rahattı... Ve bir o kadar da deli... Sevdiği biri olursa yanında, önce nazlanır mızıldanır sonra ona devrederdi ayakkabı taşıma görevini. Kabul etmeyen olmazdı. Sevdirirdi öyle ya da böyle kendini... Gönül ferahlığıyla çıkarırdı ayaklarından o da ve pabuclarını emanet ederdi. Etrafındakilere bakmadan ya da millet ne der kaygısı duymadan... İçinden geldiği gibi davranırdı çünkü o. Zaten kaliteli ruhların yaptığı her şey kaliteydi ona göre. Yarın öbür gün cemiyetin en önde gelen kadınları bile belki aynı şeyi yaparlardı. Ama onlara yakışması göreceliydi açıkçası. Herkese yakışmıyordu açıkçası. Ancak, ancak o... Matmazel L'öşamble'de ki bir başkaydı... Matmazel Dozambik L'öşamble...

Annesi vermişti bu çok sevdiği ismi, kızının hayatına. Bağışlarcasına adeta. Çünkü çok severdi kendi ismini Matmazel. Hayatı boyunca kendi seçmişti hayatın sunduğu seçenekler arasında birçok şeyi... Ancak ismini kendi seçmemişti. Öyle bir şey yoktu, o verilirdi. Annesi koyduğu hâlde minnettardı adına. Belki endişesi kendi koysaydı adını bu kadar güzel olmayacaktı...


Gururlu, kibirli sanardı onu dışarıda böyle gören. Oysa tanımazlardı onu çok. İşin tuhafı yanına yaklaşıp yanaşan bile olmazdı soru sormak için bazen. Ürkerlerdi, korkarlardı, utanırlardı, tırsarlardı sanki göz dağı vermiş gibi... Ve o ne anlatsa insanlar anlayacakları şekilde anlarlardı. Oysa, öyle soğuk ve kat'i bir duruşu da yoktu. Uzun boyu, nazik teni ve ince yapısıyla... O, su gibiydi. Son derece naif, şefkâtli ve hayat dolu. Yaşamla barışıktı arası hep. Mutlu kahkahalar atardı. En çok da kendini gülerken ele verirdi. Zaten onu soğuk görenler o gülene kadar böyle düşünürdü çoğunlukla... Ne zaman negatif cümleler kurmaya kalksa, bataryası biter, pili düşerdi... Etrafında sevdirdikleri de genelde mutlu kişilerdi. Ona pozitif enerji de yüklerlerdi hani. Mutsuzluğu çok belli etmezdi zaten. Hayattı, elbette mutsuzluk olacaktı ama herkes yaşardı mutsuzluğu. Önemli olan belli etmemekti. Herkesin vardı hayatında zira bir derdi, bir problemi... Önemli olan tüm zorluklara göğüs gererek, yalnızca gülümsemekti.

İnsana yakışan en güzel takıydı gülümsemek. Elinden, bileğinden, kulağından öylesine değerli mücevherler geçmişti ki, o gözler öylesine kıymetli mücevheratlar görmüştü ki... Hiç biri bir gülüş kadar değerli değildi. İnsanı tamamlamıyordu. Takılar yalnızca giysileri tamamlıyordu, ancak tüm bunları taşıyan insanı yalnızca gülümsemek tamamlıyordu. Şatafatı, gösterişi, tüm ihtişamıyla, tüm hengâmesiyle dünyayı yalnızca gülümsemek kurtaracaktı. Tüm en'ler, insanların erişmek istedikleri şeyleri içine alıyordu. Bunu yaparlarken de sonucunda ya oluyordu ya da olmuyordu ancak tek bir şey var ki... Zaman geçiyordu, vakit ilerliyordu. Oysa gülümsemek öylesine kolaydı ki. Bir de herkeste vardı zaten o. Herkesin ortak noktasıydı. Erişmek bile gerekmiyordu. Mutsuzluk hayatın içindeydi ama mutluluk insanın elindeydi...


Bu arada Matmazel Dozambik L'öşamble... O hâlâ güzel. O hâlâ can alıcı. Ve hâlâ günaha davetkâr gibi görünse de o hâlâ iyiliğe hizmetkâr. Varsın bilenler onu böyle bilsin. O da bunu istiyor zaten. Bunu anlaması aslında çok basit. O tüm siyahın içinde bembeyaz teniyle parlıyor. Bir yıldız, bir şavk gibi... O ölmedi. O yaşıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder